top of page

VATANIMIZDA MEDFUN PEYGAMBERLER

Güncelleme tarihi: 28 Mar 2022



MAKAM NEDİR?

Makamı hakiki ve makamı mecazi olarak iki şekilde makam vardır. Makamı hakiki; Diyelim ki bir peygamber orada bir süre ibadet yapmış veya orada kalıp belli bir konuyu halletmek için o topraklara teşrif etmiş, bereketlendirmişse zamanla ümmeti onun bu kaldığı, ibadete çekildiği, bereketlendirdiği toprağı üzerine herhangi bir içi boş mabet mezar yapılırsa bu makamı hakikidir. Yani oraya gerçekten o peygamber (as.)ın ayağı kademi şerifi basmıştır.

Makamı mecazi; Herhangi bir sahabenin. Adına bir beldede mezarı şerif oluşturulmuştur ama içi boştur Fakat insanlar onun bulunduğu yeri gitme ziyaret etme imkanı olmadığı için o niyetle gelirler orayı ziyaret ederler. Niyetlerinin karşılığında cenabı haktan o zatı sevgilerine binaen tevessül da bulunarak istifâ edilmeye çalışılır. Bunada mekani mecazi denir. Mesela Adıyaman'da halkın diliyle söylersek Abuzer ismi çok yaygındır. Ebu Zerr Gıfari Hazretlerini Adıyaman halkı çok sevdiği için orada bu makam tevdi etmişlerdir. Halbuki Ebu Zerr Gıfari Hazretlerini Medineden bu tarafa bir karış olsun geçmemiştir. Mesela Ashabı Kehf dünya üzerinde aşağı yukarı 13 yerde gösterilmesine rağmen hangisindedir gerçek olarak bilinmediği halde bu 13 yerin her birinde Müslümanlar o makamı mecazi olarak Ashabı Kehf adına oraları tevessül gayesiyle ziyaret ederler.

Makamın üzerinden uzun zaman geçince sonraki nesillere aktarılmadığı zaman Sonraki nesil o kabrin merkadın içinde ziyaretine atfedilen zatın naaşının var olduğuna inanır hale geliyor. Makamı mecazi, sevgi için oluşturulmuş hayali yerlerdir. Makama hakiki gerçekten o peygamberin o sahâbi büyüğümüzün orada bir süre teberrüklendirdiği toprak parçasıdır.

1.Hz. Elyasa Bin Utube (as.): Hz. Elyasa (as.) milattan önce 1200 yıllarında yaşamış, yaklaşık 3200 önce yaşamıştır. Hz. Elyasa Kur'anı kerim'de ismi geçen 25 peygamberden biridir. Sad suresi 48. Ayet. En'âm suresi 86 ile 89 un arasındaki ayetleri Hz. Elyasaden bahseder. Hz. Musa'ya vahyedilen dinin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ için görevlendirilmiş bir nebidir. Resul değil nebi idi. Resül yeni bir kitap getiren peygambere, Nebi ise Yeni bir şeriat getirmeyip bir önceki peygamberin şeriatını tekrar canlandıran peygambere denir. Tevratta ismi Elisha dır. Hz. Elyasa (as.)nın Hayatına geçmeden az da olsa bir Hz.İlyasa (as.) değinmemiz gerekiyor. Halk arasında hıdırellez denilir aslında Hızır İlyas olan 6 Mayıs yazın başlangıcıdır. Neden hıdırellez deniliyor? Önceleri insanlar bu gün dışarı doğaya çıkar. Yazın başlangıcı yeni bir tabiatın uyanması Allah tealanın hâlik sıfatının ihyasına görüyoruz. Bütün tabiat canlı, kurumuş 6 aylık tabiatın ağaçları otları kayaların başında daha iyi yeşermiş yosunlarına kadar bir tabiatta canlanma var. Bu canlanmanın adeta kolyesi gibi Denizlere görevli olan Hz. İlyas karalarda görevli olan Hz. hızırla buluşuyorlar. İşte bundan dolayı bu güne hıdırellez denir. Osmanlı ve Selçuklu ecdadımız 6 Mayıs'ta Cuma namazına gider gibi en güzel giysilerini giyer, En nadide esaslarını kullanıyor, En temiz ve kendisindeki insanları ürkütücü, tiksindirici rencide edici bir koku bulunmaksızın tabiatın değişik yerlerinde edebi vakarla gezerler. Acaba bir insan suretinde bir çocuk suretinde Hz.Hızır bana da gelir bir elini dokunur mu diye arama niyetiyle çıkıp akşama kadar tabiatın o yaratılış harikasına bakıp hem Cenabı Hakkın hâlik sıfatının tecellisini dağda taşta ararlardı. Ecdadımız 6 mayıs'ı bayram hasretiyle beklerdi.

İşte bu İlyas (as.) dan kısacık bahsedeceğiz, Hz. İlyas (as.) döneminde Bareback kavimi diye bir kavim vardı. Yahudilerin 12 kolundan birisi Barebek kavmine peygamber olarak gönderilmiştir. Barebak kavminin bir kralı vardı. Bahardan bahsettik az önce insan ruhunun sevdiği 2 şey vardır. Yani yaratılmış bütün insanlar, iki şeyi müşterek severiz Biri suyun akışı akış sesini çünkü insan ruhunun fıtri olarak adeta onu bir beşikte sallar gibi su böyle ruhu dinlendiriyor. Bundan dolayı bütün insanlar suyu sever. İkincisi Yeşili severiz. İnsan fıtratı ile direk ilişikli yeşil beyni ve gözü dinlendirir. Bundan dolayı fıtri olarak bu bizde var olan insanoğlunun yapısındaki eserinden insanlarda orayı elde etme ele geçirme hırs meydana gelir, işte bu Balebek kralının karısı hanımı demiyorum çünkü hanım demeyi hak etmeyen bir kadın olduğu için kasıtlı olarak karısı diyorum. Kendi saraylarının yakınındaki bir bahçeyi kocasının seferde olduğu dönemde zorla sahibinden aldı bahçe sahibini de meccanen öldürdü. Kral geldi olayı öğrendi ve karısına tepki göstermedi. İşte buradan itibaren bizim ders alacağımız olay başlıyor. Karısının zalimce yaptığı bir suçu benim karımdır diyerek ırkçılık yaptı ve görmezden geldi. Irkçılık illa aynı kavimden olmak değildir. Senden olan bir kişinin haksızlığını örtbas ediyorsan ırkçısın. Allah ırkçı kimseyi sevmez çünkü ırkçılığı başlatan şeytandır. Şeytan nasıl ırkçılık yüzünden rahmetten tard olunmuşsa, ırkçılık yapan kim olursa olsun Allahu teâlâ'nın rızasını kazanamaz. Hz. İlyas (as.) bu kralı huzuruna çağırdı dedi ki, hanımın suç işledi. Öldürdüğü kişinin sahipleri ya onun katlini ister ya da razı edersiniz, diyetle kurtarırsınız. Zorla el konulan bahçelerini geri vereceksiniz. Şeri hüküm budur, dedi. Kendinin iman etmiş olduğu önündeki peygamberi bu hükmü verirken. Hanımının etkisinde kalarak hanımını koruma ırkçılığının nefsinin bu arzusuna uyarak ne o bahçeyi vermeye yanaştı. Ne o diyeti ödemeye yaklaştı. Ne de öldürülen kişinin mirasçıları ile anlaşmaya yanaştı? Ve İlyas (as.) mucizevi olarak buyurdu ki, Ey kral! Bu dediğim hükme razı olmaz, karının suçunu örtme uğruna onun suçunun etkisinde kalarak eğer ısrarcı olur, geri adım atmazsan uğruna insan öldürüp kan döktüğünüz bu bahçede hem karın hem sen öldürüleceksiniz. İşte bu günümüzde de aynı şekilde bunun benzerleri çok olur. Karısının ağzına bakan, karısını etkisinde kalıp doğrunun yanında yer alamayanlar çok olur. Öyle ki halk korkusundan gelip sizi defin edemeyecek ve sizin cesedinizi gelip vahşi kuşlar yiyip bitirecek, kemikleriniz kalacak. Kıral bunu duyunca gittikçe kini arttı ve o kini Mürted olmasına sebep oldu. Mürted bizim dinimizde bir kavramdır. İslam nimetiyle şereflenip de onu terk edip başka bir dini kabul etmenin adı mürtedliktir. Mürtet olmanın dünyadaki cezası onun devlet eliyle öldürülmesidir. 3 kişinin öldürülmesi caizdir. Bunun üçünü de devlet öldürür, kişi öldüremez çünkü kişi öldürürse katil olur. Bunun birisi mürtedliktir. İmanı nedir, ne değildir? Onun hesabını Allahu tealaya verecek. Dünyada öldürülmesinin sebebi kötü örnek olmaması için. Bugün bütün dünyanın hukuklarına kamu düzenini korumak için nice kişiler yok ediliyor. Mürtedin öldürülmesi kamu düzenini korumak için. Onun din seçme hürriyetinin elinden alınması değil. Kralın intikam hırsı o kadar arttı ki peygamber öldürmek için kendi mahiyetindeki kolluk kuvvetlerini harekete geçirerek İlyas (as.) aratmaya başladı. Bu Yahudiler boşuna mı lanetlendi bir hiç uğruna ne kadar peygamberin kanına girdiler sayısını bilmiyoruz. Hazreti ilyâs (as.) 7 yıl gizlenerek yaşadı. Bir gün kolluk kuvvetleri gizlendiği yere gelince Oradaki bir evin sahibine Kendilerini korumaları için müracaat etti musade alıp eve girdi. Ancak bu girdiği evde ihtiyar bir kadın, birde kötürüm hasta yatalak oğlu yaşıyordu. Kadın dedi ki, madem biz seni arayanlardan elimize aldık. Senin yüzünde çok büyük bir nuraniyet var. Yani peygamber olduğunu bilmiyor. Ne olur Şu kötürüm olan oğluma dua et dedi. Rabbimiz mucizevi olarak o duayı kabul buyurdu. Bir anda 25 yıla yakın yatalak yatan kişi hiç hastalığı kalmamışçasına iyileşiverdi. İşte Rabbimizin bu duayla lütfeyleyip iyileştirdiği kişi Hz. Elyasadır.

1-Hz. Elyasa, Hz. İlyasa (as.) getirdiklerine iman etti. Sağlığı son derece yerine geldi. Ondan sonra gölge gibi bir saniye olsun Hz. İlyas'tan ayrılmadı. Ve Tevrat'ı çok kısa sürede öğrendi. Hz. Elyasa, Hz. İlyasın (as.) Nebi olarak yürüttüğü şehirde hayatını devam ettirirken İsrailoğulları, hiç iman etmedikleri gibi gittikçe azgınlaşıyor, taşkın hale geliyorlardı. Hiç hak hukuk tanımaz hale geldiler. Bu durumlarına bakıp Hz. Elyasa Cenabı Hakka iltica etti, Ya Rabbi yapabileceğim ne kaldı? Yani her şeyi yapıyorum. Bunlar halkımızın deyimiyle kudurdular. Cenabı Hak Asurlar dediğimiz kavmi bu İsrailoğullarının üzerine musallat etti. Cenabı Hak, musallat etmesi bir saniyelik olaydır. Bütün kalplerin hükümranlığı hakimi rabbimizdir, kalplerini çevirir o tarafa bir musallat eder bir kavim yok olur gider. Neden musallat edildik acaba bunun sebebini görüyoruz. Bütün emirlerinden uzaklaşıp dünyaya tapar hale gelindiğimizde Balebek ve kavmine musallat ettiği gibi bize de Kaç bin km den gelir musallat olurlar. Asurlar bunları o hale getirdi ki bütün güçlerini yok etti karılarını kızlarını kendilerini esir ettiler. Kral ve karısı ise dinlerini, hukuklarını peygamberlerini terk ettikleri, mürted oldukları o bahçede aynen mucizevi şekilde buyurulduğu gibi öldürüldüler. Aylarca 3-4 ay hiç kimsenin cesaret edip onları defin bile edemediler. Orada yabani hayvanlar gelip parçalayarak yedi ve sadece kemikleri kaldı.

Hz. İlyas (as.) giderken çok ilginç bir ayrılığı var. Allah harlı ateş alevinden bir at gönderdi. Ateşe yakma derse yakmaz. Hz. ibrahimi (as.)ın niye yakamadığı gibi. Ama sünnetullahıyla yak demiştir yakar. Kudretullah devreye girer yakma derse ateş yakamaz. Rabbimizin yeryüzünün tasarrufunu sürdüren 2 anayasası vardır. 1- Yeryüzünün yüzde 90 küsürü dünyevi kanunlar sünnetullah üzerine yürür. Ama yüzde 7 -8 Kudretullah devreye girer ateşte yakmaz balıkta yemez. Ateşten bir at gönderdi Rabbimiz İlyas (as.)a buyurdu ki, korkma ona bin o seni yakmayacak at canlı at ama her tarafı alev atın üzerine bindi. Hz. Elyasaya kendine vekâlet olduğunun bir mührü gibi elindeki seccadesini Hz. Elyasa vererek görevlendirilen o ata bindi. O ateşten yaratılmış at Hz. İlyas'ı götürdü. Şu ana kadar hala nerededir, nereye götürüldü ne için böyle oldu başka hiçbir insana olmamış olağanüstü bu olayı Hz İlyas (as.) bu andan sonraki durumunu bir Allahu teala biliyor, biz bilmiyoruz.

Şimdi Filistinde batı şeria dediğimiz yerin adı o zaman (Hz. Elyasanın Tevrattaki adı Erihadır.) Erihadır. Eriha bütün suları acılaşır. insanları içemez olur. Biz şimdi deniz suyunu içemediğimiz gibi bir acılaşma. Halk ne yapacağını şaşırdı. Ne hayvanlar içebiliyor, ne insanlar içebiliyor, ne kullanabiliyor. Hz. Elyesa (as.) yanına geldiler. O büyük peygamber az bir tuz aldı. Suya bıraktı, dua etti koca batı şeria'da bütün sular bir dakika içinde eskisinden daha tatlı hale geldi. İsrail o batı şeria'ya boşuna mı musallat oluyor. Hala o lezzetli su devam ediyor. Su varsa hayat var su yoksa orada ne hayat var ya da oranın bir vatan olarak kıymeti var. Hz. Enes (ra.) Bir gün bir kadın geliyor, fakirim, borcum da çok. Ne yapacağım? diyor. Hz. Enes (ra.) Kadıncağıza buruyor ki anam diyor, senin elinde neyin var? bir yemeğe katacak kadar yağım var der. Sen bir şeye koy o yağı bana getirir, evinde olacak hadiseyi hiç kimseye ifşa etme. O kadın yağı getirdi Hz. Enes (ra.) dua etti. Kadın evine vardığında ne kadar kap varsa hepsi yağ dolar. Cenabı Hakkın zamanımızda da bazı kullarına bu tür lütuflar olur. Bunlar çünkü peygamberlerden bakiyedir. Peygamberlerin mucizesi olarak gerçekleşmeyen hiçbir şey günümüzde bir veli insanın doğasıyla keramet olarak gerçekleşmesi mümkün değil. Var olan mucizenin artığıdır. O kadın o yağları satar, borcundan da kurtuldu, geçimi de güzelleşti, zenginleşti. Bir peygamber duâsı bir peygamber bereketi bizde oraları ziyaret edince onun manevi mirası içerisine girersek bizim hayatımızda evimizde neler değişir? Çünkü oradan bize dua ederler. Ama mirasyedi olur hiç bilmezsek ne ahrette bizim önümüzde şefaatcidirler ne de bizi o gün tanıyacaklardır. Yani bir yerde şu varmış demek hiçbir anlam ifade etmez. Gittin tanıştın mı? Sen kendini bana gösterdin mi? Manevi olarak onun şemsiyesi altına girip manevi mirasına ortak oldun mu o zaman? O sana ahrette sahip çıkacak.

Hz. Elyasa vefatına yakın Hz. zülkifl (as.) yanına çağırıp. Kendisinden sonra onu kendine vekil tayin etti. Zülkif anlamı işte vekil demektir. Nasibi kısmeti çok anlamına da gelir. Asıl manası vekil demek. Onun adı nasipli olduğu için ziyaret edenler de nasipleniyor.

2.Hz. Zülkif (as.); Hastalıklarla ömrü geçmiş bir kez isyan etmemiş Hz. Eyyup peygamberin oğludur. Kuranda ismi geçen 25 peygamberden biridir ve kendisinden Enbiya suresi 85. 86. ayeti celilesinde ve Sad suresinin 35 ten 48. ayetine kadar bu Hz. zülkifl ten bahseder. Abdullah ibni Abbas kuranı kerimin en büyük müfessiri. Çocuk yaşta okyanus gibi ilim sahibi. Resulullah efendimizin vefatından sonra Müslüman olmak için bir kabile geliyor. Kabilenin büyükleri Ebu Bekir efendimizi ziyaret ettikten sonra diyorlar ki Abdullah ibni Abbası ziyaret edin biraz da ilmi nasihat alın. Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Hz. Abbas peygamberimizden 2 yaş büyüktür ama aynı büyümüşlerdir. Bundan dolayı amca yeğen gibi değil de kardeş gibiler. O kişiler oyun oynamakta olan çocukları görüp soruyorlar birine diyorlar ki gençler biz Abdullah ibni Abbas'ın evini arıyoruz. Oradaki gencin biri diyor. Tamam ben sizi götüreyim. Siz oturun ben çağırayım diyor. Onlar beklerken. Elbisesini değiştiriyor, banyosunu yapıyor. Büyük bir vakar içinde gelip kürsüye oturunca gelenler şaşırıyor. Hani Abdullah ibn Abbas benim diyorsun. Ee sen oyunu oynuyordun az önce. O çocukluğumun hakkı diyor. Oyun oynayacağım arkadaşlarla ama şimdi diyor Kürsünün hakkını vereceğim. 12 yaşında kur an'ı kerim'in okyanus gibi bütün deryasına dağıtmış ve böyle bir genç. Allahu teâlâ lutfetmişse bunun yaşı yok. Işte oradan nehir gibi akar. Bunlar diyor ki, Ey Abdullah ibn Abbas! Hz. zülkifl (as.) hakkında ne bilirsin? Abdullah ibn Abbas cevaben,Onun sözü bize üccettir. Bu devlet Başkanlığı yapmıştır. Yüce peygamberimiz gibi savaşçı bir komutandır.

Hz. Zülkifl hem peygamber hem komutan vücudu savaşçı bir fıtratta yaratılmış. Devletinin başkenti hiç bilmediğimiz Erganidir. Erganiden yukarı mezopotamya dediğimiz Fırat-Diclenin kuzey taraflarının tamamı suriye'nin tamamı filistin'in tamamı yönetimi altındaydı. Hz. Süleyman gibi hem peygamber hem devlet başkanı olan bir peygamberdir.

HZ. ELYESA (AS.) VE HZ. ZÜLKİFL (AS.) MIN MEZARININ AÇILMASI VE TAŞINMASI

1995 yılında O günün Diyarbakır Vali Yardımcısı bizden fazla maneviyata sahip. Adı Cemal Kansız bilmiyorum hayatta mıdır vefat etmiş midir? Diyarbakır Ovası'nın. Yüzde 30 unu sulayan Dicle barajı'nın yapımı sırasında yaşanan bazı hadiseler anlattı. Bu valinin ağzından dinleyeceğiz. Anlattıklarında en dikkat çekici olanı eski türbeleri şu anda suyun altında kalan, Zülkif ve Elyesa (as.)ın kabirlerinin nakledilmesi. Zülkifl ve Elyesa (as.)mın 3217 yıldır açılmayan kabirleri açılmış. Naaşları alınıp yakınlarda bulunan bir tepede yaptırılan yeni mezarlarına yerleştirilmişlerdir. Cemal bey yani bu Valibey, nakli kubur (mezarın nakline nakli kubur denir) Hadisesini gerçekleştiren canlı şahitlerin bir kısmının hayatta olduğunu söylüyordu. Diyarbakırda 9 peygamber kabri 3 makamı, 890 sahâbi kabri mevcut. Inanın bu sayı Medine'de bile yok. Çünkü sahâbiler Medine'de kalmadı ki hep dağıldılar. Yani nasıl bir cehalet içindeyiz ki insanımızın çoğunun bırakın nakli kubur hadisesini bu 2 peygamberin kabirlerinin Türkiye sınırları içinde mefdun olduklarını bildiklerini de zannetmiyorum. Vali olarak oraya geldiğinde o da şaşırmış, ilk defa duydum diyor. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Diyarbakır'a gelişinde şöyle bir pankart açılıyor. Peygamberler şehri Diyarbakıra hoş geldiniz. Özal etrafındakılere burada hangi peygamberler var ki diye sorar. Bizim şu anki halimiz gibi. Peygamberlerin isimleri sayıldıktan sonra zülkifl ve Elyesa (as.)ın kabirlerinin. O zaman baraj daha bitmemişti, yeni devam ediyor, sular tutuluyordu. Barajın suları altında kalacağı bilgisi Merhum Özal’a bildiriliyor. Merhum Özal, Diyanet başkanıyla görüştükten sonra Başbakanlık talimatı ile kabirlerin nakledilmesi çalışmasını başlatır. Rahmetlinin hangi bir yere baksak o kadar gizli mânevi hizmetleri.

Diyanet işleri başkanlığımız bu talimat üzerine 9 kişilik bir heyet oluşturuldu. Bu 9 kişi seçildikten sonra bunlar noter huzurunda gördüklerini ifşa etmeyeceklerine yemin ettirilir. Ancak kabirler taşınıp yeni mekanlarına nakil yapıldıktan sonra artık gördükleri hatıraları anlatabilirler. Bu 9 kişi noterin dışında kendi aralarında bir araya gelerek birbirlerini şöyle bir ahitleşmede bulundular. Bunlar Diyarbakır'ın en seçkin imamı, mollası ve takvası olan toplumda kanaat önderi diyeceğimiz kişiler. Biz dediler noterin üzerimizdeki resmi aldığı söz ve beyan bir tarafa, kabri taşıyınca kadar ağzımızı açmayalım. Neden hani konumuza girerken makamdan bahsettik. Makamı hakiki o zaten gelip teberrüken bir miktar bulunduğu, gezdiği oturup kalkıp ibadet ettiği yer. Makamı mecazi ise tamamen sevgi eseri ile oluşmuş oraya hiç gelmemiş demiştik. Olur ki dediler Yıllarca halk burayı gelip peygamberler kabri olarak ziyaret ediyor. Bu kadar zaman süresince millet burada peygamber yatıyor diye ziyarette bulunuyor. Oldu ki burası bir makam çıkar Peygamber (as.)ın naaşı çıkmazsa veya biz devlet tarafından gizlice görevlendirdik duyan halkın ne çıkacak bir de biz görelim merakıyla aleni olarak oraya üşüşürse burası boş çıkarsa bütün kalplerdeki duygular alt üst olur diyorlar. Bu kadar gizli yürüyecek bir devlet gizliliği var. Birde kişilerin böyle manevi bir olumsuz etki olmaması için hassasiyetle gizliyorlar. İşte bu 2 hassasiyetin içerisinde Kabirlerin nakline başladılar.

9 kişiden hayatta kalan 4 kişi ile yapılan röportaj Bunların başında Burhanettin İnce Dursun en çok bilgi alabildiğimiz bu zat oluyor. Komisyon içinde Eğil müftüsü, bölgenin tanınmış âlimlerinden Molla Ömer, Molla Sadullah, Kaymakamlık memuru Mahmut Laçin, Müftü katipi Burhanettin İnce Dursun Beyler, Anlattıkları oradan aktarıyoruz. Mahmut Laçin, Burhanettin İnce Dursun, Molla Ömer'in yakını Seyda İbrahim Yılmaz beyler. Dördünü bir araya getirdiğimizde kabirlerin açılma sürecini şöyle anlattılar. Komisyon üyeleri.

Hep birlikte Keşif amacıyla kabirlerinin başına gittik. Şu anda Elyasa (as.) eski kabri ve mescidi. 42 odadan müteşekkil Asırlardır ilme irfana hizmet eden medresesi 5 metre suyun altında kaldı. Ama asıl bu 42 odalı medresesi barajın altında kalmış oluyor. Zülkifl(as.) eski kabri ise 30 metre suyun altında kaldı. Biri 5 metre suyun altında biri 30 metre. Naaşlarının kurtarılmasına gelince Siz onlara ölü demeyin, onlar diridirler ayetinin şemsiyesinin sığınarak Kabrin başında bu hepsi birlikte şu duayı yapıyorlar. Ey mübarek zatlar yapmak istediğimiz hizmet sizi suyun altında kalmaktan kurtarıp daha güzel bir yere nakletmek ve bizden sonra gelecek nesillerin dualarına vesile olmaktır. Kazmaya başlayacağı sabah Molla Ömer buyuruyor ki o gece rüyamda bir kayanın üzerinde kurumaya yüz tutmuş bir asma bağ orada çok düşük o yüzden aldık kayanın üzerinden diyor. Daha verimli bir yere diktik ve hemen biz diktikten sonra diyor. Rüyamda üzüm verdi, meyve verdi. Sabah geliyor Molla Ömer bunu diğer 8 arkadaşına anlatarak diyor ki, yapacağımız iş de manevi izin var. Allahu teâlâ bu manevi izni rüyamda bana gösterdi. Bizde o kayadan çıkardığımız bağı verimli toprağa diktik.Nebi Harun Tepesine ve bir anda üzüm verdi. Bu rüya bunları biraz daha manevi olarak cesaretlendiriyor. Az önce kaldıkları manevi izni daha da bir taçlandırılmış oluyor. Ömer hoca kalecik medresesinde müderris büyük bir âlim. Diyor ki, bu Ömer hoca tuttuğumuz 5 işçiyi de yemin verdik Bunları da gizli çalıştırıyoruz. Halka nerede çalıştıklarını demiyorlar. Bunlar diyor ilk önce Hz. Elyasa’nın kabrini kazmaya başladılar. Çok dikkatli çok edepli bir şekilde kazıyorduk. Birinci gün, henüz bir kabre inemedik, ikinci gün Yaklaşık 2 metre topraktan aşağı indik. 2 metreden sonra kabri ilk üst kapağı görüldü. Kabri açtığımızda Hz. Elyasanın naaşını çıkmştı. Ben tam bu sırada bu 5 işçinin yemeğine getirmek için eve gitmiştim. Halbuki oradan hiç ayrılmazdım diyor. Allahu tealâ bizi yemeğe gönderdi. Bunlar naşı ulaşmışlar. Döndüğümde Yemeği de gözümüz görmedi, naaşı gördük. Yeni hazırladığımız yeşil örtülerle tabutu örttük. Kefen bir keçe 3200 yıl geçmiş daha keçe de bir bozulma yok. Ceset zaten bozulmamış. Işte peygamberliği kesin olarak ispat olmuş oluyor. Kefen bedene tamamen yapışmıştı. Hz. Elyesa kemik olarak çok iri bir zattı Ama beden olarak yeme içmesi o kadar azki vücut çok zayıftı. Gayri edebi hareket olmasın diye cesede bakmamak için gözümüzü kapatıyoruz. Tabuta yerleştirdik diyor. Kefene hiç dokunmadık ama bir miktar et kısmını gördüm böyle sanki o kemiğin üzerinde kurulmuş gibi ama cildin görünümünde hiçbir nahoşluk çürümeye, bozulmaya benzer bir şey yok. Ağlayarak Fatihalarla, salavatlarla yerine taşıdık.

Üçüncü gün Zülküf (as.)mın mezarında çalışmaya başladık. O mübareğin mezarı kayalık bir yerdeydi. Yolu yoktu, arazi araçlarıyla gidip geliyorduk. Zülküf (as.)ın mezarına ulaşabilmek için büyük bir kayayı kırıyorduk. Hayli zorlandık, hatta bir ara acaba bir şeye ulaşamayacak mıyız? Endişesine kapıldık. Yani mezarın üzerindeki o kadar büyük bir kayadan bahsediyoruz ki 3200 yıl önce o kayanın o şekilde nasıl kapatıldığı çok düşündürücü. Epey zaman sonra kayanın kenar tarafında kesme taşlardan örülmüş bir duvara ulaştık. Yontulmuş olan bu taşları kırmadan kale kalıplar halinde çıkarmaya çalıştık. Taşların arasında keşfi Hacer denilen zamanın çimentosu uygulanmıştı. O zaman gerek Selçuklulardan gerek Osmanlılardan kalan camilerin halen daha bugünün yeni yapılanlarına meydan okuması hep bu keşfi Hacer dediğimiz özel bir çimentodan yapılmasıdır. Bu çimento yumurta akı, Kum ve kireçten yapıldığı için çok sert ve desenliydi. Taşlardan oluşan bu duvarı kaldırınca gördük ki Zülküf (as.)ın kabri kayanın içine sanduka gibi oyularak yerleştirilmişti. Kaya içerisinde adeta bizim toprağa lahit yaptığımız gibi kayayla lahit yapılmış sanduka dediğimiz o günün şartlarında ki Zülküf (as.) Cesedinin dışını kaplayan her türlü yapı kayanın içine girilmiş. Vücudunun yarısından fazlası kayanın içindeydi. Sonra o taşların hepsini kendim suyun öbür tarafına taşıyarak şimdiki mezarlarını da onunla kapattım. Bu Mahmut Laçin Bey oradaki o asli taşları kendi emeğiyle suyun öbür tarafı dediği yaklaşık 5 kilometre uzaklığa taşları kucağımda taşıdım, diyor. Yeni mezarlarına aynı taşlar yine yerleştirdi. Elyesa (as.)ın mezar taşını da başucuna bu şekilde yerleştirdik. Kabir taşında Arapça ibare ile Elyasa (as.)ın olduğu yazıyordu. Kitabenin 1100 yıllarında yani yaklaşık 900 yıl önce burada yaşamış inaloğulları aşiretinin o zaman bir bakım yaparak yazdırdığı tahmin ediliyor. Zülküf (as.) kabir taşlarını getirmemizin imkanı yoktu. Kaya oyulduğu için diyor o kayayı kırıp getirmemiz imkanı yoktu. Çünkü başucundaki kitabe kayanın üzerine yazılmıştı. Ayak ucundaki kitabe ise kayanın içine gömülmüştü. Tonlarca ağırlığındaki kayayı kaldırmamız mümkün değildi. Zülküf (as.)mın kefeni de Elyasa, (as.) kefenine benziyor ve sımsıkı sarılmıştı. Kefenin başucu elimizde olmayarak açılmıştı. Beyaz saçları bile aynen duruyordu Alnında ve yüzünde sanki Yeni bir cenaze yıkanmış gibi ter noktacıkları vardı. Bunu hangi fizikle, hangi kimyayla, hangi astronomi ile çözebileceğiniz insanoğlunun aklı zekası, buna cevap bulması imkansız. Hiç kimse cesaret edip bakamıyordu. Mübarek naaşı kaldırırken ben ayaklarının altından tutmuştum. Uyur vaziyetteki bir insanın vücudu nasıl ise elimde hissettiğim aynen öyleydi. Canlı bir insan gibiydi. Yani vücut sıcaklığını hissettim diyor. Boyu 2 metreden biraz fazla gibiydi ve Elyasa (as.) gibi zayıf değildi. 2 peygamberin de kabirleri kıbleye doğru değil daha doğuya doğruydu. Çünkü o zaman kıble Mescidi aksa olduğu için yüzleri doğuya doğru dönüyor. Bu anlattıklarımız birebir yaşadıklarımızdır. Eğer yanlış bir şey söylüyorsak o mübarek zatlardan özür dileriz.

Kabirlerin açılmasıyla meydana gelen o 3200 yıllık mucizenin tahakkukuyla peygamberlerin kesinlik kazanması ve Hayatı kubur dediğimiz o hayatta Cenabı Hakkın peygamberlere dönük ilahi muhafazasını görüp manevi etkiyi ve firaset olabilecek temellere sahip olmak için bu konuyu işlemiş oluyoruz. Böylece teberrüken onlara nasıl sahip çıkmalıyız bu konuda bilmemiz gereken alanlarını tanımış olacağız

Bu isimlerin çoğu kutsal kitaplarda adı geçmeyen peygamberler. Kuranı kerimimizde 25 nin adı geçiyor. Eski medeniyetlere gelmiş 124000 peygamber olduğu rivayet ediliyor. Kuranı kerimde Yunus Suresinin 47. ayetinde şöyle buyurulur, her ümmet için bir peygamber var. Ama niye bilmiyoruz? Her ümmet için gelen peygamberi Allah teala Yunus suresinde genel ismini veriyor sayı vermiyor. Mü'min suresinin 78. ayeti Esteuzibillah; And olsun. Senden evvel de peygamberler gönderdik. Onlardan bir kısmının kıssasını sana bildirdik. Yani kuranda sana anlattım ve onlardan sana kıssasını bildirmediklerimiz var diyor. işte bu ayet 124000 dediğimizin delilidir. kıssasını ya da kur an da hiç adını zikretmediklerimiz var ve bir peygamber için Allah'ın izni olmadıkça mucize getirme kabil değildir, yani ben verirsem mucizeyi peygamber getirir diyor. Cenabı Hak ben verirsem verildiğinde keramet olur diyor. Yoksa kul olarak peygamber de olsanız veli de olsanız bir hiçsiniz diyor ki öyleyiz.

Eğil’de 7 peygamber daha var. Bu ikisiyle 9 ediyor bunlar taşındığı için emareler aleni. Taşımada görevlilerin ve koruma ekiplerinin vakıf oldukları hususlar. Yalnız diğerleri taşınmadığı hatta 2-3 tanesi de suyun altında kaldığı için. Onların kabri açılmadığından bu alametleri onlarda görme imkanımız olmamıştır.

3. Hz. Harunu Asafi Nebi (as.): Kuranı kerimde Asaf Bin Berhiya olarak bildiğimiz. Harun (as.); Milattan önce 800 lü yıllarda yaşamıştır. Bu öbür zatlara göre biraz daha bize yakın oluyor. Mezarı Nebi Harun Tepesindedir. Eğil ilçesinde halk arasında gidip de böyle ufak bir araştırma yaptığımızda bu zatın ismine hürmeten en çok konulan isim halen Asaf adının olduğuna şahit oluruz. Kurani kerimde anlatılana göre bu zat Hz. Süleyman (as.) veziridir. Zaten Asaf kelimesi vezir anlamına gelir. Kur'an ı kerimdeki Neml suresi 40.âyetinde Hani Süleyman (as.) kendi bir peygamber olmasına binaen. Maiyetindeki vezirlerine şöyle bir teklifte bulunuyor; Cenabı Hak Süleyman aleyhiselamı Sebe melikesinden haberdar ediyor. Sebe Melikesi ve kavmi Puta tapmanın dışındaki diğer ahlaki karakterleri çok dürüst olduğu için Cenabı Hak aslında bu kavmin islamlaşmasını murat etmektedir. Henüz bekar olan kadın yönetici Melike'nin müslüman olması kavminin de Müslüman olmasına yeterli olacak. Çünkü bütün kavmi zaten onun etkisinde ve dirayetinde. Melikenin Müslüman olması için güçlü bir mucize görmesi gerekiyor ki kendi o mucize den etkilenerek müslüman olsun tebaası da kısa sürede itiraz etmeksizin toptan müslüman olsun. Süleyman (as.) böyle bir mecliste buyurdular ki;. Yemen'deki sebe melikesinin tahtını en kısa sürede bana kim getirir? Bu neml suresinin 40. Ayetidir. Oradan bir cinlerden bir ifrit dediki kapayıncaya kadar melikenin tahtını sana getiririm. Süleyman(as.) cinleri emrinde çalıştırmıştı. Hatta Mescidi Aksa'nın temelinde öyle taşlar vardır ki şu anki teknolojik araçları dahi o taşı kaldırabilecek güçte değilken Süleyman (as.)ın cinlere olan tasarrufu, cinlerde elektriksel büyük bir gücün olması o taşları uzaklardan getiririp oraya yerleştirildi. Ama Süleyman (as.) mın arzusu bir ifritin değil kendini danışmanlarından birinin getirilmesi. Onun bu beklentisini gören Hz. Asaf işte şuan bizim toprağımızda medfun Ya efendim ben göz kapağını açıp kapayıncaya kadar değil açma konumundayken bir sürede yani ifritin yarı süresi oluyor. Bu tahtı getiririm dediğinde cümlesi bitmişti ki taht Süleyman (as.)ın önündeydi. Yani sözünü ifa ederken tahtı zaten getirmişti. Bu sayede hem Melikenin geldiğinde tahtını görünce müslüman oldu.Bir peygamber ile karşı karşıya olduğunu görüp iman etti ve Hz. süleyman'ın da hanımı oldu. Ve tebaası da tamamen müslüman olmuş oldu. Tahtı getiren Süleyman (as.) ordusunun başkomutanı olarak Kudüs'ten bu toprakların Fethi için buraya gönderildi.

Asaf Bin Berhiya Hazretleri aslen Hindistanlıdır. Ve kendisinin yakın akrabası Eğil’de metfun Nebi Ömer Peygamberle orduya komutanlık ederek fetih için bu topraklara geldiler. O zaman Asurlar buralara hakimdi. O zamanların en zorlu savunmayı yıkma kolay değildi. Kale çok çetin bir tepeye yapılmış sarp kayalıkların üzerine bina edilmişti. Fetih uzuyor bir türlü içeri girilemiyor iş uzadıkça sıkıntı artıyordu. Eğil’deki kale uzun süre muhasara altında tutuldu. Üçüncü bir saldırıda Asaf Bin Berhiya Hazretleri yüksek celalli bir sesle kaleye Eğil ya kale diye bağırdı. O bağırmasından sonra kale Cenabı Hakk'ın kudretiyle Kudretullahın etkisiyle dayanamadı fethedildi. Eğil ya kale hitabı Eğilin adı da oradan gelir.

4. Hz. Nebi Hallak (as.): Eğil’de metfun dördüncü peygamberdir. Eğile girerken Melekler Vadisi denilen yerde bir mezarlık var. Kabri ordadır. Hz. Nebi Hallak (as.) Hz. Zekeriyya (as.)ın çok yakın akrabasıdır. Şimdi Halak ismini incelediğimizde O zaman ki hayatta olan peygamberlerin Tıraşını yaptığı için lakap olarak buna Halak deniliyor. Yani bugünkü karşılığı berber demek.

1-Konuştuğumuz dil Türkçe, yazdığımız yazı Latincedir. Bu yazı dili bizim yazı dilimiz değil. Yaklaşık olarak 80 yıl önce latinceye geçince haliyle bu nesil ciddi bir sıkıntıya düştü. Bir profesör şöyle bir cümle dile getiriyor, Keşke diyor 1924 te Bu dili değiştireceklerine bütün camileri yıksalardı, Bütün dini kitapları yaksalardı ama dilimizi değiştirmeselerdi. Biz diyor camiler yeniden yaparız. O kitapları yeniden yazarız ama 80 yıllık bu tahribatı tamir etmemiz mümkün değil. Çünkü Latincede Kuran da olmayan 4 tane sesli harf var. (O ö u ü) ama kur'an okurken ister istemez bu harfleri de çıkarırız. Mecburen çıkarız çünkü 60-70 yıldır var. Kuranda yer alan üstün, esre, ötre, dediğimiz harekelerle bu dört harf birbirinin yerini tutmaz.

2. Kur'an dilinde olup şu anki öğrenmiş olduğumuz latincede olmayan 11 tane harf var. Bu az önceki dördü bizim dilimizde var Arapçada yok, Şimdiki diyeceğim 11 harf de Arapça da var, şu anki öğrendiğimiz latincede yok. Ne oluyor şimdi 15 tane eksik harf ile Kuranı Kerimi nasıl doğru okuyacağız? Nasıl okuduğumuz sureler doğru olarak içimiz rahat edecek. Bundan dolayı namaz sureleri diye tarif ettiğimiz sureleri namazda okursak 15 harften dolayı inanın namazlarımızı neredeyse yüzde yetmişe yakını tehlikededir. Mesela şu anki latincede peltek se yok. Boğazdan gelen Noktasız ha şu an Türkçe de denmiyor. 3 noktalı hı bu da ayrı bir şekilde çıkıyor. Böyle 15 harf. Biz kuranın kendi dilini öğrenmek için 15 harfin yerini tamir ederek nasıl doğru okuyacağız? Buraya burada bir nokta koyalım, geri dönerek.

Bu halak isminden geleceğiz. Bu halk ismi bize burada büyük bir ufuk açıyor. Mesela noktasız ha ile okunduğunda berber anlamına geliyor. Hı olarak ifade eder o şekilde okursak halak dersek Cenabı Hakkın yaratması Haluk ismi şerifini anlatır. Yasin suresini 81.ayeti celilesinde Esteuzibillah Eveleysellezi halak geçer eğer orayı o noktalı ha ile okursak Anlamı şu hale gelir ki, onun yarattıkları pek çoktur. Ama onu noktasız ha ile okursak Allaha teâlânın tıraş ettikleri çoktur anlamına gelir. Ve bir noktayı okuma konusunda dikkat etmez veya ehemmiyetini bilemez isek bir anda Cenabı Hakk'ı hâşâ bir berber, tıraş eden anlamına çeviriyor. Sıkça okuduğumuz felak suresinin ikinci âyeti. Min şerri mâ halak işte burda da yine aynı sıkıntı söz konusu. Yine en son sure Nas suresinin 4. ayeti Min şerri-lvesvâsi-lḣannâs ama bunu çıkaramadık Hannas dedik. Buradaki anlamı sinsi şeytanın şerrinden derken yanlış çıkardığımızda hiç anlamı olmayan hannas ki böyle bir şey yok onun şerrinden diyoruz ve ayetin anlamını tamamen bozuyoruz. Şimdi bu verdim 3 örnekten sonra görüyoruz ki 15 harfi eksikliği bizde ciddi şekilde bu sureleri tekrar bir gözden geçirme zorunluluğu doğuyor. Ne büyük bir namaz kıldık zannedip bir harf ile ibadetimizi alt üst ettiğimiz bir felaketin eşiğinde olduğumuzu fark etmemiz için 3 örnek yeterli.

Rükuya varıyoruz. Namaz kılarken her rekatta rukuda Subhane rabbiyel azim diyoruz. Buradaki Zı kalın peltek Zı dır. Eğer hakkını vererek Subhane rabbiyel azim dersek rabbim büyüktür demiş oluruz. Aksi taktirde Zı yı hatalı okuyarak Subhane rabbiyel azim dersek rabbim benim düşmanımdır anlamına gelir. Ne büyük tehlikeyle karşı karşıyayız. O zaman o profesörün bütün camileri yıksalardı, Bütün kitapları yaksalardı da dilimizi değiştirmeserdi bundan daha güzel olurdu, dediği söz ne kadar haklı. Biz o camileri yeniden en güzeli yapardık. O kitapları yeniden yazardık ama 87 yıldır hala belimizi doğrultamıyoruz.

Türkçe dilimiz yazı dilimiz yok mu? Şu anki okullarda okunan yazılarak latince Türkçe değildir. Konuştuğumuz dil türkçedir. Yazı dilimiz Türkçe değildir. Bizim Türkçe yazı dilimiz Osmanlıcadır. Ecdadımız buna Eski Türkçe derlerdi Osmanlıca bizim hakiki ana yazı dilimiz Türkçemizdir. O harflerden kopunca işte bu facia ortaya çıkıyor. Hiç mi hiç beğenmediğiniz İsrail hiç kökünden kopmamıştır. Hiçbir zaman israil dünyada bütün milletlere rağmen dilini değiştirmeyen tek millettir. İbraniceyi dünyada onlardan başka bilen yoktur. Yahudiler kadar, bir İsrailoğulları kadar bunun ehemmiyetini anlamamışız. Onun içinde teknolojide üstünler, Ölümüne, vatan sevgileri var. Hiçbir zaman kültürlerini çoluk çocuklarından uzak tutmuyorlar. Bundan dolayı da yeryüzünde hiç bir İsraillnin kendi başına buyruk yaşadığına şahit olamıyoruz.

Devam edelim, Nas suresinde hannas şeytanına. Okunuşuna dikkat çektik. Birde kısacık manasına girelim Peygamber efendimiz (sav.) Sizden hiç kimse yoktur ki Kendisine bir kariin görevlendirilmiş olmasın. Buyurdular. Sahabeyi kiram büyüklerimiz Ya Rasulullah, seninde karinin var mı dediler. Evet var ancak Allah kudreti ilâhi ile beni ona galip getirdi. Artık o bana hayırdan başka bir şey emretmiyor buyurdular. Arkadaşlar bu hannas dediğimiz karin bir cindir iblisin komutasındadır. Çocuk dünyaya geldiği gün İblis öldüğü saniyeye kadar böyle bir kafir ya da münafık karini görevlendirir. O, sürekli bizim kalbimizi gözetler. 24 saat bizden asla ayrılmaz. Her zaman kalbimizde saldırı ve taarruz halindedir. Bizim kalbimizde günahlar baskın gelip siyahlık kalbi abluka altına alıp kalp bütün manevi fonksiyonlarını yapamaz hale geldiğinde gözetleme yapan bu hannas hemen vesvese vermeye başlar. Hz. Mevlana (ks.) bunu güzel bir teşbihle anlatıyor. Bu hal kibri gibidir Şimdi. Kibrinin yanına bir canlı varlığında başını içine çeker. Başı neresi, ayak kısmı neresi gövdesinin üst kısmı neresi, alt kısmı neresi bilemeyiz. Bir diken yumağı içinde kalır. Ama oradaki sesin kesildiğine inanırsa başını tekrar çıkarır. İşte o hannas diyor aynen bir kipri gibi kalp de ne zaman günahların yetkisiyle mağlup olursa O zaman başını çıkarır kalbe vesvese verir.

Hz. peygamberimiz (sav.) her Ramazan ayının son 10 gününde itikafa girerdi. Bundan dolayıdır ki itikaf müekked sünnettir. Bir merkezde bir kişi itikafa girerse o belde de herkesi kurtarır, bir tek kişi bile itikafa girmediyse o beldede herkes günahkardır, suçludur. Bu ibadeti peygamber efendimiz, Peygamberliğinden itibaren vefatına kadar sürekli yaptı. Hz. safiyye validemiz o itikafta olduğu için onun sahur yemeğini camiye getiriliyor. Bir gece o yemeği getirip evine dönmek isterken gece karanlığında Hz. Peygamberimiz bir miktar onu eve yaklaştırmak için yürürler iken sahabe efendilerimiz den 2 kişi Peygamber efendimizin karşısından geçince Hz. Peygamberimiz onlara durun buyurdu. Onlar durdular. Peygamberimiz bu yanımdaki Huyey kızı Safiyedir, dedi. Sahabe efendilerimiz bu açıklama karşısında hayret vari Ya Rasulullah niçin böyle söylüyorsun senin hakkında kötü bir düşünce nasıl olur ki dediler. Bu olaydan bize de bir uyarı var bu tür töhmetlere karşı olabilecek her türlü dedikoduya karşı bu tedbir sünneti seniyedir. Peygamberimiz buyurdu ki, sahabe efendilerimize Şeytan Adem oğlunun kan damarlarında dolaşır. Ben onun sizin kalbinize kötü bir düşünce atmasından korktum. İşte bu hannastır.

5. Eğildeki Nebi Hârun (as.): Bunları kısa kısa geçeceğim arkadaşlar. Çünkü bunlara dönüp hiç birisinin bunların kabri açılmış değil. Sadece. Işte 2800 yılın 3000, yıllık, 3200 yıllık veya 2500 yıllık. O günden beri Müslümanların buraları buzağı şu peygamberdir diye ziyaret edip ve o şekilde tâzim ve hürmet göstermeleri biz de o tarz bir hürmete binaen kesin olarak biz de bilmiyoruz. Elyasa ve zülküf (as.) gibi açılmış, taşınmış olmadıkları için biz de aynı saygıyla ama en azından ismen o binlerce yıllık tarihi. Kısa kısa zikretmiş olabilir. Bu da Eğilin 4 kilometre dışında ha Cihan mahallesi dediğimiz mahalledeki kabristanlığında bulunuyor. Ama o kabristan barajın yapılması 1995 ten sonra suyun altında kaldığı için arkadaşlar bu zat halen suyun altındadır.

6.Nebi Hürmüz (as.): Hz. Elyasanin Kurandaki 4 ayette geçen peygamberin yeğenidir. Bu da aynı şekilde şuan barajın altındadır. Kabri suyun altında kalmıştır. İleride inşallah belki bazı devlet adamlarının isteğiyle barajın suyu bir hafta olsun tututularak bunların hepsi çıkarılır. O zaman hem yüzde yüz kesinleşir hem de daha nice mübarek vakalara bizlerde şahit oluruz. Bu şekilde bunu da böyle yâd ediyoruz.

7. Nebi Zünnun (as.): Bu kurân ı Kerim deki Hz.Yunus peygamberdir. Şimdi kısa bir bilgi vereceğim. Yunus peygamberin yaşadığı yer Musuldur. Musul bizim Diyarbakır'a çok yakın olsa da Eğildeki Zünnun olarak ifade edilen peygamber hakikaten Yunus peygamber mi? Yoksa Zünnun isimli velullahtan bir zat mı? Bu konuda bir kesinlik yok çünkü bu aldığımız bilgiler 1868 tarihli Diyarbakır salnamesi isimli Osmanlı belgeleridir. Orada mezar taşında yazıyor ki, Nebi Zünnun , Eizze-i Kiramdandır. Eizze-i Kiram demek Çok kıymetli, değerli seçkin, şeref ve izzet sahibi yüksek derecede az ve nadir bulunan Zat demektir.Eğilin kulak mevkisinde ziyaret ediliyor.

8. Hz. Danyal (as.): Hz.zülkif (as.)ın oğludur. Hz. Danyal ile ilgili şöyle bir menkibe vardır. Dünyadaki tüm nehirler dağlar arasından kendine yol bulararak bir güzergah üzere gider .Dağlık arazilerde kıvrımlı zikzaklı, düz ovalık arazilerde düz gider. Dicle nehri öyle değildir. Dicle nehri hele de düzlük ve çöl olan Irak topraklarında dahi zikzaklar çizerek gider. Nehirlerin yağışların çok olup suyu bol aldığı dönemlerde yatağı değişebilir. Diclenin yatağı da değişmemiş. Mankibede yazan şudur ki, Danyal (as.) Eğilde olmasının bu coğrafi konumla tamamen üst üste çakışıyor, Eğilde olduğunu da doğruluyor. Cenabı Hak, Danyal Aleyselama bir görev verir. Asanı eline alacaksın. Diclenin doğduğu yerden başlayacaksın. Basra'ya kadar yürüyerek. O nehre bir hat çizeceksin Öyle bu hat çizeceksin ki hiçbir yetimin tarlasına hiçbir yoksulun bahçesine su zarar vermeyecek şekilde kıvrımlar yapacaksın. Yani sünnetullah olsa o nehir kendini Irak topraklarında düz hale getirir. Kudretullah böyledir işte hala bu zikzaklar ve kıvrımları bugün olmuş bozulmamıştır. O manevi bir elle çizildiğinden tabiat olaylarına rağmen korunmasını sürdürülmesi Nebi bereketinin olduğun şahadetidir.

9. Nebi Ömer (as.): Yukarıda anlattığımız Asaf Bin Berhiya’nın En yakın akrabasıdır. O tepenin adını bunun isminden Nebi Harun tepesi olarak almıştır. Orada bulunan en eski türbedir. Hz. Elyesa ve Hz. zülkifl ‘ten daha evveldir.

10.Hz. Enüş peygamber: Enuş telaffuzu zor olduğundan halk arasında Yaneş peygamber olarak biliniyor. Ergani çayı, çayönü mahallesinin otluca yani eski adıyla kızılca köyündedir. Hz.Ademin torunu kendisine 50 suhuf verilmiş Hz. Şit peygamberin oğludur. Hazret şit (as.) 105 yaşına geldiği esnada Erganideki Hz. Enuş doğmuştur. 105 yaşında iken çocuk sahibi olması Kudretullahtır. Annesi Hz. Hazuradır. Hz. Enuş Name isimli bir hanım evleniyor. Bu isimler bu gün bu toraklarda daha kolay telaffuz edilme şekliyle kullanılmaya devam etmektedir.

Ergani o kadar tarihi eski bir şehirki kuruluş tarihine bile rastlamıyoruz. Ülkemizde en eski yerleşim birimlerinden birisidir. Yunus peygamberin kurduğu rivayeti çok güçlüdür. Osmanlı salnamelerinde öyle yazıyor. 9000 yıllık bir tarihe sahip. Erganide Zülkif peygamberlerin de makamı var. Hatta bir de o kadar din yaşamış ki Meryem ana Kilisesi vardır. Böylelikle 10 peygamberi anlatmış olduk.

Bu tabloyu daha iyi anlayabilmemiz açısından etrafımızdaki diğer ülkelerle şöyle, bir mukayese yapalım. Yeryüzünde Mekke'den sonra en bereketli yer Kudüs'te bile 6 peygamber kabri vardır. Kudüs gibi bir yerde sadece 6 peygamber. Yine peygamberlerin toprağında çok fazla yaşadığı Ürdün’de sadece 4 peygamber vardır. Şam İle ilgili o kadar çok hadisi şerif vardır ki Şam üzerinde buna rağmen 2 peygamber kabri vardır. Irak; İngilizler yeraltı zenginliklerini paylaşabilmek için orayı bu topraklardan koparmadan önce adeta Arabistanın bir parçası gibi olan Hz. Hüseyin efendimizin şehit olduğu mahale kadar ırak o coğrafyanın bir parçasıdır. Gerçek olarak böyle bir yer olmasına binaen orda da 4 peygamber vardır. Bütün bunları topladığımızda Kudüs 6, Ürdün, 4 Suriye 2, Irak 4 Sadece Diyarbakırlı mukayese ettiğimizde bütün mübarek zatların ayakaltı olan bir yer olmadığı halde bir tek ilde 9 peygamber olarak düşündüğümüz de buranın ta o zamanlardan itibaren ne kadar önemli toprak olduğu anlaşılıyor. Bu Suriye de şu anki yaşanan olaylar oluşmadan önce bir inanç turizmi başlamıştı. Bu turizm sayesinde Suriye Müslümanlar tarafından ciddi bir şekilde ziyaret edilir hale gelmişti. Bizim ülkemizde de ciddi ziyaretler hemen hemen her hafta her ay olmaya başlamıştı. Ama ortaya çıkan olaylar bütün bunların da hepsinin önünü kesmiş oldu.

Görüyoruz ki Diyarbakır çok bereketli bir yer 890 sahabeden bahsediyoruz. Medine'deki sahabeler saysak anca bu kadar çıkar. Çünkü sahâbiler bütün dünyaya yayılmış. Diyarbakır ismi adeta rejimin diktası olarak bakır ismi ile özdeşleştirilip eski manevi ismini kaybetmek için böyle bir çirkin adla anılır hale getirdiler. Mekke ve Medine'den sonra görüyoruz ki sonra üçüncü bir çekim merkezi. Diyarbakır'ın şehir merkezinde 541 sahabe var ilçeleri ile birlikte topladığımızda 890. Elimizdeki kaynaklardan elde edebildiğimiz bilgiler kaynaklara girmemişleri de bilemiyoruz. 8000 sahabi Hz. Ömer Efendimiz devlet başkanı olduktan 6 ay sonra, Resulullah efendimizin vefatından 2 buçuk yıl sonra ilk fetih işte buraya yöneltildi. Bu sonradan daha değişik Müslüman komutanları tarafından ard arda devam etti. Ilk gelen ordumuz 8000 kişilik bir büyük orduydu. 8000 kişinin içerisinde hemen hemen üçte biri sahâbi. Bunun için burada şehit olup kalanların sayısının çokluğu bundan dolayı. ilk sefer 659 yılında Halit bin Velidin oğlu Süleyman paşa burayı muhasara edip islamlaşmasındaki ilk temeli atan komutan. Kendisi ve 27 arkadaşı birlikte şehit oldular. Onun adıyla anılan Sur ilçesindeki Hz. Süleyman camii var bu caminin altında 27 seçkin askeri, birde kendi 28 şehit sahabi var. Gidildiğinde buralar ziyaret edilmezse ne onların manevi evladı olma, ne bir manevi mirasına hak iddia etme, ne de şefaatlarından bir şey ummak gibi bir hakkımız olamaz. Hani kütübi sitte dediğimiz kitapta mevcut olan iki hadisi şerif okumuştuk Sahabi metfun olduğu beldedeki ümmetinin önüne düşüp onlar için şefaat edecek. Biz manevi tanışıklığımızı dünyada yapmamış isek onlarla manevi miras alanının içerisine girmemiş isek bu şefattan hiçbir pay alamayız.

Hz. hâlid bin Velid’in (ra.) soyu. Diyarbakır'daki Arapkendi de. Hz. Ömer efendimizin soyu prejman (Dicle/Diyarbakı)da . Elazığda da Mollakendi, Hankendi gibi sonu kendi olan yerler var .Aynı soylarının devamı duruyorlar. İnşallah onların soylarından aramızda bir kan bağımız olan vardır. Hz. Abbas radiyallahuanh yani peygamberimizin amcası onun soyu Eğil’dedir. Eğil hala o soyun sanki devamı ve bakiyesidir. Hz. Ebubekir efendimizin soyu aile efradının bir kısmını buraya göndermiş düşünün. Ailesinin çoğunluğunu buraya gönderiyor. Medine neresi? Diyarbakır neresi? Diyarbakır'da Suni köyü var. O köy bölgesini de Ebubekir efendimizin soyu ile taçlandırılmış. Diyarbakır'dan Midyat ve Bitlis'e kadar bütün seyitler yani peygamberimizin torunları yaşar. Resulullah efendimizin soyundan ama şeceresini ya kaybetmiş ya işte önemsememiş yok olmuş. Bundan dolayı belki ispat edemiyor ama hal ve davranışlarından az çok o soyun bir kanını taşıdığı belirgin olur.

Evliya Çelebi diye meşhur büyüğümüz. Seyahatnamesinde. Diyarbakır ulu cami için Beşinci haremi şerif sıfatını kullanır. Nasıl oluyordu? Diyarbakır ulu camii beşinci haremi şerif unvanını almaya aday oluyor. 1.si Mescidi haram, kabemizin olduğu yer, 2. Mescidi nebevi Resulullah efendimizin metfun bulunduğu yer, 3.sü Mescidi Aksa, 4.sü Suriye Şam’daki camii emeviye dediğimiz camii. 5.si de Diyarbakır Ulu Cami. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde bu sıfatı oraya layık görüyor. Diyarbakır ulu caminin mimarisine baktığımız zaman. Bizim son Osmanlı mimarlarının benzemez. Daha eski ev mimarilerine çok benzer. Bu da işte o caminin temelinin sahabeler döneminde başlatılan bir temelden doğup o günkü mimari özellikleri taşıdığından oluyor. Ulu Cami hem dış çevresi hem içerisi bize beşinci haremi şerif'in ispatı oluyor. Ulucami'nin kitabesi okunduğunda Melikşah'ın orayı tekrar bir onarıp yeniden ihya ettiğini görüyoruz. Bu da temelin eskiye dayandığının şahidi oluyor. Evliya Çelebi Hazretlerinin ulu cami'ye ait çok ilgi çekici bir tespiti var ki camin diyor orta kısmı Musa (as.) döneminde yapıldı diyor. Musa (as.) mısır'da yaşadı fakat o zat bizim islam tarihinde büyük bir otorite olduğundan bu tespitine bir şey de diyemiyoruz. Musa (as.) bir dönem Firavunun zulmünden kaçıp dayısı HZ Şuayb (as.) yanına gelmişti o dönemde mi oldu tam bilemiyoruz fakat bu bilgi seyahatname de kayıtlıdır ki Evliye Çelebi hazretleri de herhalde bunu boşu boşuna da kaydetmemiştir.

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastalıkları bölümünde Profesör Yusuf Kenan Haspolat’ın, değerlendirmelerine bakalım.. Sonra naaşları geçirdiler kadar. Yusuf Kenan Haspolat beyefendi, Sait Nursi Hazretlerinin akrabasıdır. Yanı aynı kan bağını taşıyor. Belki de o manevi etkidendir ki kendisini Diyarbakır'daki sahabe kabirlerinin bulunması, ortaya çıkarılması, onların onarılması, onları insanların hakir ve hor kullanmasını önleme amacıyla çalışmış bir zattır. Bir çok sahabi kabri bu zatın gayretiyle bulunmuş, Korunur hale getirilmiş onarılmış. Bölge ile ilgili çok araştırma yapmış. Bu zat diyor ki; Cenabı Hak buzul çağından sonra yani dünyada ilk yaratılma döneminden bahsediyor. Dünyamız onun ikinci dönemi buzul çağı. Dünya hayatı başlatılırken diyor. Buzulların ilk eridiği yerin Diyarbakır'ın arkasındaki karacadağ ve civarı olduğu jeoloji biliminin tezleri ile ispatlandı. Cenabı Hakkın bu toprakta buzların eriyip ilk nebadatın bitmesine baktığımızda; Barajlar yapılırken arkeolojik mekanların kurtarılması istendi. Dünya şehrini ilk kuran insanların Sümerler ve Babilliler olduğu bilinir Halbuki diyor; arkeolojik bulgular Bunlardan daha önce medeniyetin başladığını ve bu medeniyetin başladığı yerlerin başında da milattan önce 800 lü yıllarda buzulun ilk eridiği yer olan Karacadağ ilk buğdayın üretildiği yer Ergani çayönü mevkiidir. Cenabı hakkın Lütfüyla buğday da ilk defa buradan dünyaya yayılmış oluyor. Bunun dışında gül, incir ve üzümün ilk yetiştiği yer. Bunlar bir hikaye değil, o zamanlarda Diyarbakır'da 24 çeşit gül yetiştirildiği bilimsel jeolojik tezlerin elde ettiği kanıtlarla sabittir.

Bugünler özellikle bu topraklar uyuşturucu teröründe bakın uyuşturucu kullanımında demiyorum uyuşturucu teröründe kullanılır hale geldi. bu topraklar. Dünyanın şu anda koruması altına girdi. Diyarbakır'ın Evsel bağları şu an UNESCO orayı koruma altına aldı. Ünlü el cezeri, El heysemi bunlar bizim islam dünyasında çığır açmış eski bilim adamlarımız Diyarbakırlıdır. Diyarbakır'ın ilk ismi Amittir.Amit Hazreti İbrahimden kaynaklanan bir isim oluyor. Zincirleme silsilesi ilk böyle başlıyor. Peki Amit ismi niçin Hz. ibrahim'den geliyor? Hz. ibrahim (as.)ın üçüncü evliliği Kantura isimli bir hanım oluyor. Bu kantura isimli hanımından Hz. ibrahim (as.)ın 6 çocuğu vardır. 6 çocuğun altıncısını ismi Amittir. Işte Diyarbakır şehir olarak yeryüzüne ilk kuran bu Amittir. 2. Diyarbakır Amed isminden sonra Sahabelerden Bekir bin Vail (ra.) ordu komutanıdır Bekir bin Vail Hazretleri , Hz. Halid bin Velid (ra.) nın oğlu ordu komutan Süleyman paşa'nın arkadaşı. Bu zat ailecek da buraya yerleşmiş.Diyarbakır'a yerleşen az önce saydığımız aileler içinde çoluk çocuğu, akrabası, aile efradı en çok olan Bekir bin vail Hazretleridir. Çocuğu hane halkı çok sayıda fazla olunca. Bunun ismine atfen o amit ismi yerine Diyarı Bekir denilmiştir. Diyer kuranda geçen bir kelimedir. Diyer mekan belde oturan ikamet edilen yer demektir.

Sonra bir sultan geliyor sahabi adını kaybetmek unutturmak için Diyarbakır diye mantıksız, anlamsız şekilde bakır yumruk ezici yumruk anlamına gelen bir isimle değiştiriyor. Yahudilerin ağzından veya ülkemizdeki onların avukatlığını yapan satılmışlardan zaman zaman Arzı mevut diye duyarız. Bereketli toprak parçası anlamına gelir. israil oğulları dünyanın gözüne baka baka geldiler. 1948 de oraya yerleştirildiler. Osmanlı bunlara sahip çıktı. Yıllarca bunlara ekmek verdi. Hitler'in fırınlarında kurtardı. Sonra orada bir yer verildi o yerde bunlar bütün islam dünyasının çıbanı haline geldiler. Yayıla yayıla zoraki oraları ele geçirdiler. Arzı mevut bize tevrat'ta vaat edildi. Biz bu arzı mevudu ele geçireceğiz. Son Yahudiye kadar öleceğiz.Tevrat bize buraları helal kılıyor. Onun için biz kimi de öldürsek kimi de yok etsek biz kutsal bir kitabın bize vaad ettiği yere alırken yaptığımız için meşrdur diyorlar. Bu toprakların en önemlisi arzu mevudun merkezi olarak baktıkları yer Dicle ve Fırat arasında kalan Diyarbakırdır ve ve Diyarbakır dan aşağı doğru uzanan Cizredir.

Kendi ülkelerine kadar olan Fırat ve Dicle arasında bu toprakları ele geçirmek kutsal addettikleri ideolojidir, bir yemindir. Bu bölgede parayla silahla desteklenen devlete asi kişilerin o topraklardan ayrılıp bir başka devlet kuracağız adı altında israil'e peşkeş çekilmesi için satılmış piyonların kime hizmet ettiğini, arzı mevudu tanıyınca daha iyi idrak etmemiz gerekiyor. İsrail'in Arzı mevut denilen yeri ele geçirmek için 40 yıldır bizim evlatlarımızın kanının akıtılması bu amaç uğrunadır. Bundan dolayı her Müslüman bu gafletin sonunda bu musibetin bir gün kendi kapısını da çalacağını ve bundan da sorumlu olacağımızı bilmesi gerekir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Diyarbakır'da darü'l muallim denilen muallimlerin yerleştirildiği üniversiteden 700 öğrenci savaşa katılmış hiç biri geri dönmemiştir. Diyarbakır bölgenin en büyük ilim Üniversitesi büyük ulema ve vatansever yetiştiren bir merkez. Birinci Dünya savaşında bizim toprağımıza saldırıldı diye Çanakkale'ye o cephelere 700 öğrenci gönderiyor. O zaman nasıl oluyor da bu peygamberler toprağı bu sahabeler toprağı bizden farklı birileri psikolojikmen bizden koparmaya çalışılıyor. Çanakkalemizde şehit olanların ruhlarını incitmiş olmuyor muyuz O zaman bizde bir kendimize gelmemiz gerekir. Tarihimizi bilmediğimiz için propaganda ve psikolojik savaşın etkisiyle bizde düşman gözüyle bakmaya başlıyoruz.

Meşhur Şeyh Sait isyanını bilmeyen yoktur. İsyan bahane edilmiş Neredeyse 50, 60 yıl oraya ambargo oluşturularak oranın ilerlemesi ve bizimle bir et tırnak olarak kaynaşmaması için önüne bir sınır çekilmiştir. Aramız soğutulup birbirimize farklı bakmaya başlamışız.. Günümüz deyimiyle bu bir bilinçli harekattır projedir. Şeyh Sait olayını hiçbir zaman yalan yanlış anlatılan tarihlere göre değil, asli hukuku neyse o gözle bakıyoruz. Halbu ki bu kadar ambargoya karşı buranın halk yıllarca şunu dedi; Yukarıda Allah var, aşağıda devlet var, yani sabredin. Biz nasıl olur da hem dini yönden hem kültürel ve tarih yönünden bütün olduğumuz bu halkla olan ilişkilerimizde propagandaların etkisinde kalabiliriz?

Profesör Yusuf Kenan Haspolat Beyefendi anlatıyor; Zamanın Belediye Başkanı Sahabelerden Abdurrahman Hazretlerinin Türbesinini kaybetmek için yıktırdı. Halk anlamasın diye türbenin yerine park niteliğinde bir yer yaptırdı. Türbenin tam yerine de havuz yaptırıyor. Havuzun altına alarak Bu sahabenin mezarını kaybettirdi. Yine Sultan Şahsa diye bir sahabi hazretleri vardı Bunun kabrini de bile bile yol yapıyoruz diyerek 1926 da yıktılar, kaybettiler, yolun altına koydular. Ancak diyor grayderler kabrin üstündeki taşı açtığında bu sultan şahsa hazretlerinin cesedin çürümemiş olduğunu görünce Oradan tekrar vazgeçildi. 3-5 yıl öncede biniş yeri yapmak için oraya yine yok etmek istediler. Biz gayretimizle diyor küçük bir mescit yaptırarak En azından bu zatın kabrini ayak altından kurtarmayı mescit sayesinde başarabildik diyor. Yine 1936 o zamanın Belediye Başkanı Kemal Taşi, Sahabe mezarlarında kullanılan taşları dağlarda taş bulamamış gibi diyor. Kanalizasyon yapımında kullandı. 1970 yılında Süleyman camii dediğimiz 27 sahabe ile Süleyman paşa hazretlerinin kabrinin bulunduğu caminin yanına şehrin çöpünü götürüp yıkılıyor. 27 sahabenin olduğu bilindiği halde Orasını çöplükte altında bırakıyorlar. Ancak bu zatın gayretiyle çöpler oradan kaldırılıyor.

Ülkemizde siyasi yönü olan bir konuyu değinelim. Kutlu doğum haftası. Başlangıcından itibaren yanlıştı ama şimdi aslına oturdu. Ayın hareketlerine bağlı olan takvime kameri, hicri takvimi denir. Güneşin harekeltlerine bağlı olan takvime miladi takvim, güneş takvimi denir. Kamerı takvim 35 yılda bütün 12 ayı bir tur atıyor. Bütün ibadetleri peygamber efendimizin yaptığı mübarek hareketleri, kamerı takvime bağlanmasının hikmeti odur ki; O bereket yılın her tarafına servis edilip yılın 12 ayına 35 yılda serpilsin 36 yılda tekrar başladığı yere geri dönsün. Her 35 yılda bütün aylar o bir hareketle şereflensin. Hicri takvimin hikmeti budur. Ama biz kalkar da rebiülevvel ayının 12. gecesini 20 Nisanda güneş takvimine sabit hale getirirsek bu bereketin önünü kesmiş oluyoruz. Cenabı hakkın muradı ilahiyesinin önüne takoz koyuyoruz. Şükür ki bu da aslında oturdu. Bundan 45 yıl önce Diyarbakır meydanında 300 000 kişiyle yapılan en büyük kutlamayı hatırlayalım. Hiçbir yere hiçbir Cemaata bu şekilde bir görkemli kutlama nasip olmadı. Bu bize Diyarbakır'ın Sahabeler neslinin bugünkü bu kadar koparmalara, ambargolara rağmen o sevgisinin ispatı değil midir? Niye diğer illerde bu yapılamıyor? Yusuf Kenan Hoca noktayı koyarken haklı olarak bize de bir ufuk açıyor. Bu insanlar diyor Sizin bildiğiniz, dıştan gördüğümüz gibi o arz-ı mevuda peşkeş çekmek için piyon olanların etkisinde Diyarbakır değil diyor. Burası sahabeler memleketi diyor. O zaman biz de bugüne kadar ki bakış açımızı değiştirmek zorundayız.

87 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page