Selamunaleyküm Ey Yolcu!.. Dünkü yağmur bizi biraz yordu. Rabbim, şu toprakla bütünleşen misk kokusuyla o yağmuru bu ümmete rahmet şebnemleri eylesin! Amin!
Dün av ve avcıdan söz etmiştik. Bu av hikâyesi hiç bitmez Yolcu…
Şu güzel günün sohbetine bir soruyla başlamama müsaade etmeni istirham ediyorum: Avcısını arayan bir av hiç biliyor musun? Duydun ya da gördün mü böyle bir av?
Ben ne duydum ne de gördüm doğrusu!
Manevi yolda da durum bundan farklı mı ki? Bir avcı hükmündeki mürşide intisap edenler, ne hikmetse, hep kendilerinin o kapıya gittiğini, hep sevenin kendileri olduğunu söylerler. Ya da buna benzer kelam etmekten zevk duyduklarını görürsün.
Oysaki avcıdır avını arayan, kovalayan ve en uygun ortamda hedefine nişan alan, değil mi?
Muhabbet ve aşkın kadr-u kıymeti yücedir, değerlidir. Tabiatları gereği yüksekten, yücelerden aşağıya intikal ederler her ikisi de.
Bir hadis-i şerif şu söylediğim intikali ne güzel de anlatıyor:
Ebû Hüreyre’nin (radıyallahu anh) naklettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuşlardır: “Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e: Ben falan kulu seviyorum, sen de sev!, diye seslenir. Cebrail de o kulu sever. Sonra Cebrail de gök halkı içinde, “Allah falanı seviyor, onu sizler de sevin! diye nida eder. Bunun üzerine o kulu sema ehli de sever. Sonra yeryüzündekilerin gönlüne o kişinin sevgisi yerleştirilir.
Bir kula da buğzetti mi, Cebrail'e seslenerek, Allah falana buğzediyor, sen de buğzet! der. Cebrail de ona buğzeder. Sonra gök halkı içinde, Allah falana buğzediyor, ona sizler de buğzedin! diye seslenir. Bunun üzerine o kula sema ehli de buğzeder. Sonra o kul için yeryüzünde buğz konur.”[1]
Apaçık bir hakikatin ifadesi… Öyleyse buna göre, “kapısına gittim”, “ben vardım, ben yaptım, ben oldum” misali laflar, edebi perdelemez mi?. Zira sen av o da avcı ise, edebe muvafık düşen; huzura çağrıldığını, davet olunduğunu beyan etmendir. O huzura varmakla şeref bulan sensin! Nefes alıp verdiğin şu zaman ve mekânlar bütününde seni arayan, seni bulan ve en uygun anda da muhabbet kemendini boynuna dolayan avcı değil midir? Bunları sen mi yaptın kendi kendine!? Olur mu böyle şey! Kim inanır buna?
Bak, güzel bir hatıra aktarayım sana tam da bu konuda.
Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’nin (kuddise sırruhu) Karadenizli bir seveni anlatıyor.
“Hocamızı çok severdik, o nasıl muhabbetti öyle, tarifi imkânsız… Herkes giderdi. Ben fırsatı yakaladım mı, giderdim hemen yanına. Saatlerce muhabbet ederdik onunla. Bir gün dedim ki kendilerine:
- Hocam, nedir bu halim benim? Size dayanamıyorum; sevgimden, aşkımdan, hasretimden, muhabbetimden, saygımdan duramıyorum. Kusura bakmayın! İşte böyle fırsatı buldum mu, yanınıza giriyorum. Ayrılmak da istemiyorum. Bu sevgi nereden çıktı. Hocam bu nedir? Benim içime nereden geldi?.. Buyurdular ki;
- Evladım, sen onu senden mi sanıyorsun?.. Biz seni sevmeseydik, sen bizi sever miydin? Biz seni sevdik de, sende bu sevgi ondan sonra oldu. Sen de bize ondan sonra geldin.”
Ah ki ne ah! Şu aşk ateşi düştüğünden beri gönlüme, yanıyor da yanıyorum. Ama tek tesellim, onun beni sevdiğini biliyor olmam. Çünkü sevmeyi bıraksaydı, bu ateş de çoktan sönmüş olmaz mıydı?
Bir Kerkük türküsü geliverdi dilime;
Yar Dayandı
Sineme Yar Dayandı
Kalbime Ataş Düştü
İçinde Yar Da Yandı
Su Septim Ataş Sönsün
Septiğim Su Da Yandı
Yolu yolum, gönlü gönlüm, can yoldaşım, Ey Yolcu!
Şems-i Tebrizî, desene haksız mı şöyle derken;
“Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir?”
Lütuf ve kerem eyleyip de bizi seven, sevdiğini hissettiren, kendisini sevmemize imkân bahşeden velhâsılı bizlere sevmeyi öğreten el-Vedûd olan Rabbimize nihayetsiz hamdü senâlar olsun! Amin, bi-hürmeti’l-âşikîn.
[1] Müslim, Birr, 157.
Comments