Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Şubat, Sayı: 204
EN ZOR ZAMANDA
Risâletin 10’uncu senesiydi. Peygamber Efendimiz’in bu dünyada en büyük istinadları olan amcası Ebû Tâlib ve kıymetli zevcesi Hazret-i Hatice Vâlidemiz birkaç gün arayla vefâtetmişlerdi.
Rasûlullah Efendimiz; bilhassa Hazret-i Hatice’nin vefâtıyla öyle müteessir olmuştu ki, sahâbe-i kiram o yıla; «Senetü’l-Hüzün» adını verdiler.
Peygamberimiz’i himâye eden amcasının vefâtı sebebiyle, müşrikler de O Varlık Nûru’na hakaret ve baskılarını artırdıla Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir ümitle tebliğe gittiği Tâif’te de çok çirkin, sert ve gaddarca bir muâmeleyle karşılaştı. Tâifli müşrikler; kendilerini iki cihan saâdetine davet eden o mübârek insanı dinlemek yerine, taş yağmuruna tutturdular. Efendimiz’in mübârek ayakları kan revan içinde kaldı. Müşrikler; mîrac hâdisesini duyar duymaz, derhâl yalanlamaya koyuldular. Her şeyi, insanları İslâm’dan alıkoymak için bir fırsat olarak gördükleri için; bu akıllar ve idrakler üstü hârikulâde yolculuğu, mü’minleri vesveseye düşürmek ve îmanlarından vazgeçirmek maksadıyla kullanmaya çalıştılar.
Hattâ Hazret-i Ebûbekir’e dahî gittiler. Ancak Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan dâsitânî bir îman sadâkatinin şevki içinde;
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.
Müşrikler;
“−Sen O’nu tasdik ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdik ediyorum.” dedi.
Yani Hazret-i Ebûbekir’in îmânı ve idrâki şu idi:
‒Cebrâil vasıtasıyla Hazret-i Peygamber’e nice vahiyler gönderen Allah, o yüce Peygamber’i kendi katına almaktan âciz midir? Asla. Her şeye kādirdir. Siz buna akıl erdiremeyecek kadar ahmak ve câhil misiniz?
Bu cevabı verdikten sonra;
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına koştu. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve büyük bir itmi’nan hâlinde;
“–Sadakte (doğru söyledin), yâ Rasûlâllah!..” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdikinden gayet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e;
“–Yâ Ebâbekir, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)
HİSSELER
ZORLUKLA GELEN KOLAYLIK
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nâil olduğu bu en ulvî bahtiyarlık, O’nun risâlet hayatında, tahammül etmesi en zor acı ve ızdırapları yaşadığı günlerin akabinde tecellî etmiştir. Yani, mîrac ikrâmı; O’nun sergilediği eşsiz sabır ve tahammüle mukabil, muhteşem bir tesellî ve tebrik müjdesi olmuştur.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ ﴿5﴾ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6﴾
“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu âyet-i kerîmedeki inceliğe işaret ederek, şöyle müjde vermiştir:
“Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!” (Muvatta, Cihâd, 6)
Bu hâdisenin bize hissesi şudur ki;
Mü’minler; Allah yolunda fedâkârlıklar göstermeyi, birtakım çile ve zahmetlere sabr-ı cemîl ile tahammül etmeyi, canlarına minnet bilmelidirler. Çünkü Cenâb-ı Hak; kendi yolunda tahammül edilen zorluklara, iki cihanda da kat kat rahmet, huzur ve ecir ile mukabelede bulunacaktır.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel anlatır:
“Bir hamal yük altına girmeye koşarak gider. Hattâ kendisini ezen o ağır yükü başkalarının elinden kapar. Hamalların yük için yaptıkları kavgalara bak, işte her iş için çalışıp çabalamanın böyle olduğunu bil!
Sıkıntılar, rahatın ve huzurun temelidir.
Acılar, nimetin öncüleridir.”
“Hazineyi hiç bilinen yere koyarlar mı?
İşte bunun gibi, feraha kavuşma ve kurtulma da, sıkıntılarda gizlidir.”
SIDDÎKİYET
İslâm, teslîmiyet ve ön kabul demektir. Îmandaki tasdik; kalp iledir, zihin ile değildir.
Zira îman gayba inanmaktır. Eğer îmân edilmesi gereken hususlar, gaybda yani dünya ve baş gözüyle görülemeyen âlemde olmasaydı; gözle görülür âleme intikal etseydi, artık îmân etmenin fazîleti ortadan kalkardı.
Nitekim ölüm geçidi açılıp, perdeler kalkınca, ölmekte olan kişi; o zamana kadar inkâr ettiği melekleri ve benzeri gayba ait varlıkları görünce, artık îmânı kabul olmaz.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Onlar (müşrikler) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar.
(Hâlbuki) Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış veya îmânında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmânı bir fayda sağlamaz…” (el-En‘âm, 158; Ayr. Bkz. es-Secde, 29; el-Mü’min, 84-85)
Mîrac hâdisesi yaşandığı zaman, müşrikler velvele kopardılar. Mü’minlere gidip;
“–Buna da mı inanacaksınız?” dediler.
Kimilerini vesveseye de düşürdüler. Fakat Hazret-i Ebûbekir, o gün gösterdiği eşsiz sadâkat ile, sıddîkiyetini göstermiş oldu.
Sıddîk olma makamı, mânevî derece olarak peygamberlikten sonra gelen en üst seviyedir. Sıddîkler, sadece sözleriyle değil, ihlâslı sâlih amelleriyle de îmanlarını tasdik ederler. Mallarıyla, canlarıyla, bütün imkânlarıyla Allah ve Rasûlü’ne sadâkatle bağlıdırlar.
Kurtuluş doğruluktadır. Cenâb-ı Hak;
كُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
“Sâdıklarla, özü ve sözü doğru olanlarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmuştur. Bir başka âyet-i kerîmede, sâdık ve sıddîk olmanın mükâfâtı şöyle bildirilir:
“(Mahşer yerinde) Allah şöyle buyuracaktır:
«Bu, (o zor gün yani kıyâmet günüdür ki); sâdıklara sıdk ve sadâkatlerinin fayda vereceği gündür!»” (el-Mâide, 119)
O DEDİYSE DOĞRU!
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın söylediği;
“O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dediyse doğrudur!” beyânı, zamanımızda da müslümanlara rehberlik eden bir fermandır.
Zira, İslâm’ın hakikatlerine karşı müsteşriklerin ve onların zihnen ve kalben zehirlediği modernistlerin çeşitli itiraz ve muhalefetleri günümüzde maalesef artmıştır. Âdetâ şeytan gibi Allah ile cidâl edercesine;
Mezhepleri gereksiz ve temelsiz addeden,
Sünnetin dindeki yerini ve sahih hadîs-i şerifleri reddeden,
Ahkâm âyetlerinin tarihsel olduğunu iddia ederek, onları -hâşâ- emekliye ayırmaya kalkan kişiler zuhûr etmiştir.
Hâlbuki;
Mezhepler, sahâbe efendilerimizin temelini attığı içtihâdî ekollerdir. Hiçbir mezhebe uymayan kişi, kendi mezhebini îcâd etmeye kalkmış demektir. Oysa buna ehil / yani müçtehid değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de 33 yerde Rasûlullah Efendimiz’e itaat emredilir ki, bunun mânâsı, O’nun sünnetine ittibâdır.
Sünnet; sahâbe, tâbiîn ve talebeleri tarafından titizlikle muhafaza edilmiş, tarihte emsâli görülmemiş bir isnad sistemiyle korunarak müteâkip nesillere ulaştırılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar insanlığın hidâyet rehberidir. Hiçbir âyete -hâşâ- son kullanma tarihi belirlenmemiştir. İslâm cihanşümuldür ve şer‘î kaidelerin; zaman ve mekânın değişikliklerine mutabakatını sağlayan eşsiz usûl-i fıkıh prensipleri vardır.
Modernistler ve tarihselciler; İslâm’ı güya çağa uydurmak gibi bâtıl bir maksatla, nefsânî arzularına, hevâ ve heveslerine uymayan âyet ve hadisleri te’vil, tatil ve tahrif etmeye kalkışıyorlar.
Hâlbuki bir müslümanın, câhiliyye tereddüt ve vesveselerine karşı vermesi gereken cevap, tıpkı o günkü müşriklerin vesveselerine karşı Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in dediği söz olmalıdır:
“O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dediyse doğrudur!”
Zira;
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hak elçisidir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى
“O, arzusuna göre konuşmamaktadır.” (en-Necm, 3) buyurarak Varlık Nûru Efendimiz’in hevâsından konuşmadığını ve kendiliğinden bir şey yapmadığını bildirmiştir.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sırât-ı müstakîmin hidâyet rehberidir.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaat, Allâh’a itaattir.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir makama erişmiştir ki; mîrac hâdisesinde, lutf-i ilâhî olarak zamanın üstüne çıkmıştır. Hâl, mâzî ve istikbâlin kayıtlarından âzâde olarak, istikbalde yaşanacak hâdiseleri olmuş gibi temâşâ etmiş ve bize bildirmiştir. Mâzîde yaşamış ve vefât etmiş peygamberlerle buluşmuş ve onlarla görüşmüştür. Cebrâil -aleyhisselâm-’ı aslî sûretinde görmüş ve onun bile geçemediği sınırdan öteye geçerek, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyette / yakınlıkta varlığın zirvesi olmuştur. Böylece tebliğ ettiği hakikatler husûsunda, ayne’l-yakîn derecesinde müşâhede ve mârifete vâsıl olmuştur.
İBRET MEŞHERİ
Ümmetine karşı muazzam bir şefkat ve merhamet sahibi olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; mîracda mahşer, cennet ve cehenneme dair temâşâ ettiği bazı ahvâli bize bildirerek, ibret almamızı istemiştir.
O’nun bildirdikleri, elbette bizim kaldırabileceğimiz kadarı olmuştur. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“…Allâh’a yemin ederim ki benim bildiklerimi bilseydiniz; az gülerdiniz, çok ağlardınız… (Evlerinizden) sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, «İsrâ ve Mîrac»la alâkalı birçok haber nakledilmiştir. Onlardan birkaçı şöyledir:
YETİMLER
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; mîracda bir topluluğa uğradılar ve gördüler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazifeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.
“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.
Cebrâil -aleyhisselâm-;
“–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)
Yetimleri himâye hakkında ise Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Ben ve yetimi himâye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak göstermiştir. (Buhârî, Talâk, 14, 25; Edeb, 24)
GIYBETİN FECAATİ
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle nakletmektedir:
“Mîrâca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve sadırlarını tırmalayan bir topluluğa rastladım.
«–Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar, (gıybet ederek) insanların etlerini yiyen ve onların ırzlarına (şeref ve haysiyetlerine) dil uzatan kimselerdir.» cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224)
Gıybet; kibir, kendini beğenmişlik ve «ibâdullâh»ı istihkar gibi çok çirkin kalbî hastalıkların neticesi olan bir şenaattir. Âyet-i kerîmede ölü kardeşinin etini yemek kadar çirkin bir iş olduğu bildirilmiş ve bir başka âyet-i kerîmede şu ağır tehdit beyan buyurulmuştur:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
“Arkadan çekiştirmeyi (yani gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)
Gıybet eden kişi;
“–Bende şu kötü hâl yok, ama filâncada var.” şeklinde, kendini överek, başkasının ayıbını aramak ve teşhir etmek hastalığına düşmüştür.
Hiç kimse, kendisinden -doğru da olsa- hoşlanmayacağı ifadelerle bahsedilmesini istemez. Bir mü’min; kendisi için istemediği şeyi, başkası için de yapmamalıdır.
Gıybet eden gafiller, söylediklerinin doğru olduğunu iddia ederek, kendilerini avuturlar. Hâlbuki söyledikleri yalan ise, o zaman hem gıybet, hem iftira etmiş olurlar. Üstelik, gıybette sarf edilen sözlerin çoğu zandan ibarettir. Zannın çoğu yani sû-i zanda bulunmak ise günahtır, günahlara götürür.
Gıybet yani arkadan konuşmak, bahsedilen gerçek bir kötülük ise, onu da ortadan kaldırmaz, bilâkis onu yayar. Dînimizde ise nehy-i ani’l-münker vardır. Şahsiyeti rencide etmeden, kötülüğü teşhir etmeden, doğru bir üslûpla, sadece alâkalı kişileri irşâd etmek vardır. Vaziyete göre; «ayıpları setretmek / örtmek» vardır.
Gıybet, bâtınî haramlardandır. Birçok mü’min,
içki ve hınzır eti gibi zâhirî haramlardan dikkatle kaçınır da, bâtınî haramlar olan gıybet, yalan gibi hususlarda çokça gaflete düşer. Hâlbuki, her ikisi de haramdır, her ikisinden de bir mü’min iğrenmelidir.
FÂİZ: ALLÂH’A SAVAŞ AÇMA AHMAKLIĞI
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz anlatır:
“Mîrac gecesi, bir kısım insanlara uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Karınlarının içi yılanlarla doluydu ve bunlar dışarıdan görünüyordu.
Ben;
«–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar fâiz yiyenlerdir!» cevabını verdi.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58)
Âyet-i kerîmede fâiz yasağını çiğnemeye devam edenlerin; «Allah ile savaş»a girişmek kadar, ahmakça ve küstahça bir hâle dûçâr olacakları bildirilmiştir.
Âlemlerin Rabbi ile mücadeleye girişenin sonu en ağır mağlûbiyettir. İslâm büyükleri, fâiz yiyen gafil mü’minlerin şu iki fecî âkıbetten birine düştüklerini müşâhedeleriyle tespit etmişlerdir:
Fâize girenler;
Ya eldeki helâl mallarını da kaybederek, iflâsa sürüklenirler,
Yahut dünyevî olarak zarar görmez fakat gitgide îmanlarını kaybederler.
Câhiliyyede; gaddar ve cimri zenginler, zor durumda olan insanlara borç verir, ödeyemedikçe fâiz ekleyerek o borcu kat kat yükseltirlerdi.
Günümüz câhiliyyesinde de; birikmiş parası olan muhteris rant kesimi, hiçbir riske ve yatırıma girmeden, hazır paradan daha fazla para kazanma hırsıyla, fâizleri yükseltme baskısı yapmakta, iktisâdı sarsmakta ve fakir-fukarânın elindeki kıt imkânların daha da azalmasına sebebiyet vermektedir.
Maalesef, kredi kartları ve tüketici kredileri yüzünden fâize bulaşmayan pek az insan kalmıştır.
Bir mü’min; kanaat ve istiğnâya dikkat etmeli, kendi imkânlarına göre sade bir hayat yaşamalı, ödeyemeyeceği borçlara girmemelidir.
Elinde ihtiyaçtan fazla imkân bulunan bir mü’min ise, ihtiyaç sahibi mü’min kardeşlerini fâizli kredi ve benzeri zarûretlere düşürmemek için, karz-ı hasen vermeli, destek olmalıdır.
Nitekim Rasûlullah Efendimiz buyurur:
“Mîrac gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibarenin yazılı olduğunu gördüm:
«Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükâfatlandırılacaktır.»
Ben;
«−Ey Cibrîl! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.
«−Çünkü, sâil (çoğu kere) yanında para olduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle talepte bulunur.» cevabını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)
MADDİYAT İMTİHANI
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mîrac müşâhedeleriyle alâkalı diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“(Mîrac esnasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya (erkence) girenler ekseriyâ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler…” (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)
İnsan; fıtratı ve tabiatı itibarıyla, servete ve zenginliğe düşkündür. Hâlbuki kendisi için servetin hayırlı olup olmadığını bilmez. Mahşer yerinde insan, istifâde ettiği ve nâil olduğu her nimetten bir bir hesaba çekilecektir. O hesabın zorluğuyla karşılaşınca, nice insan;
“–Keşke dünyada malım daha az olsaydı da bugün hesabım daha kolay olsaydı!” diyecektir.
Bunun çaresi, infaktır. Tıpkı şu hâdisede olduğu gibi:
Bir başka hadîs-i şerifte buyurulur:
“O gece (Mîrac Gecesi’nde) Abdurrahmân bin Avf’ı gördüm. Cennete, oturduğu yerde emekleyerek giriyordu. Ona dedim ki:
«–Niçin bu kadar ağır geliyorsun?»
Dedi ki:
«–Yâ Rasûlâllah! Malımın hesabı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki, bir daha sizi göremeyeceğimi zannettim…»” (Muhammed Pârisâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)
Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-, Medine’ye hicret etmiş ve zengin olmuştu. Bir gün kulağına bu haber geldi. Hemen Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanına giderek, Hazret-i Peygamber’den böyle bir hadîs-i şerîfin vârid olup olmadığını sordu. Vârid olduğunu öğrenince, Abdurrahmân bin Avf Hazretleri, o sırada Şam’dan yeni gelmiş bulunan kervanını olduğu gibi derhâl Allah yolunda infâk eyledi. (Ahmed, XLI, 337; Heysemî, Keşfü’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr, III, 209)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahşer ve ötesinden daha birçok nakilleri vardır.
Namazı terk edenlerin başlarının kayalarla parçalandığı,
Zekât vermeyerek fakirin hakkını gasp edenlerin cehennem dikenlerini ve ateşten çakılları yedikleri,
Zinâkârların, kokuşmuş leşler yedikleri,
Söylediklerini kendisi yapmayan hatiplerin, ateşten makaslarla dudaklarının veya dillerinin kesildiği,
Zinâ eden ve çocuklarını katleden kadınların, göğüslerinden ve ayaklarından asıldıkları bildirilmiştir. (Bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/397-399; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 1/66-68; Taberî, XV, 18-19)
Cenâb-ı Hak, muhafaza buyursun.
ÇARE: RASÛLULLAH!
Mîrâcın en büyük ders ve hissesi, Rasûlullah Efendimiz’in, Cenâb-ı Hak katındaki kıymetini bize bildirmesidir.
Mîrac ve mahşer haberlerinde, Fahr-i Âlem Efendimiz’in şefaat-i uzmâsıyla alâkalı müjdeli mâlûmat da vardır. Süleyman Çelebi ne güzel nazmetmiştir:
–Yâ İlâhî! Hazretinden hâcetim,
Bu durur kim ola makbul ümmetim.
Hak Teâlâ’dan erişti bir nidâ:
–Yâ Muhammed! Ben Sana kıldım atâ.
Ümmetini Sana verdim ey Habîb,
Cennetimi onlara kıldım nasîb.
Ancak o müjdeye nâil olmak için gayret ve hizmet lâzımdır. Îman ve sâlih amel lâzımdır. Muhabbet ve ittibâ lâzımdır.
Ümmet-i Muhammed olma nimetine meccânen nâil olmuş bizler; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mîrâcından ibret almalı, oradan bize bildirilen sahnelerden derslerimizi çıkarmalıyız. Orada o mübârek çehreyi tebessüm ettirecek bir hayat yaşamalıyız. O’nun emânetleri olan Kur’ân ve Sünnet’e sahip çıkmalıyız. İslâm’ı yaşama ve yaşatma heyecanıyla, O’nun başka ümmetlere, sevinçle methedeceği bir vasfa bürünmeliyiz.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği tavsiye eder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)
“…Sizi mûtedil (hayırhah) bir millet kıldık ki;
Sizler insanlığa şâhitler olasınız;
➢(Yani İslâm’ın şâhidi ve temsilcileri olasınız,
➢Nümûne-i imtisâl, örnek insanlar olasınız,
➢Size bakanlar, Allâh’ın arzu ettiği fert ve toplumu temâşâ etmelidir.),
Rasûl de size şâhit olsun…
(Yani sizin Müslümanlığınız, Allah Rasûlü’nün beğenip takdir edeceği bir güzellikte ve kıvamda olmalıdır.)” (el-Bakara, 143)
Bu âyet-i kerîmelerde gösterilen gayeye vâsıl olmak için, her mü’min İslâm’ı ve Fahr-i Kâinât Efendimiz’i temsil eden, O’nun şâhidi olan bir zarâfet, nezâket ve incelik içinde İslâm’ı yaşamaya ve yaşatmaya gayret etmelidir.
Ne mutlu muvaffak olabilenlere!..
Cenâb-ı Hak, bizleri mîrac sahnelerinde bir bir gösterilen mahşerdeki fecî âkıbetlerden muhafaza buyursun. Bizleri Rasûlullah Efendimiz’in şefaat-i uzmâsına mazhar eylesin.
Âmîn!..
Comentarios