slâmʼın derûnî ciheti diyebileceğimiz tasavvuf da her ahvalde, ilâhî takdirden râzı olma, şikâyeti unutma sanatıdır. Dâimâ yani “Her hâ-lükârda Allâhʼa hamd olsun!” diyebilmektir. Hayatın sıkletlerini rızâ ile karşılayıp Allâhʼın rızâsını kazanmaya çalışmaktır.
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Alan Senʼsin, veren Senʼsin, kılan Sen;
Ne verdinse odur, dahî nemiz var?..
Hakîkat üzre anlayıp bilen Sen,
Ne verdinse odur, dahî nemiz var?
[Her iş ve oluşta Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hakʼtır. Bu sebeple müʼmin, dâimâ hiçliğini idrâk hâlinde olmalı, nâiliyetlerin de mahrûmiyetlerin de Cenâb-ı Hakkʼın birer imtihanı olduğunu bilmelidir. Zira nîmete eriştiğinde gurur ve kibre kapılmak, nefse prim vermek demektir. Nîmetten mahrum kaldığında yeʼse düşmek ise, şeytana mağlup olmaktır.
Kâmil ve ârif mü’minler, bir nîmet veya muvaffakıyete nâil olduklarında; “Ben başardım, ben kazandım…” demek yerine; “Tevfîk Allahʼtandır; yâ Rabbi, bu Sen’in lûtfundur!” diyerek nîmetin asıl sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu îtiraf eder, dâimâ Rab’lerine ilticâ hâlinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak lûtfetmediği takdirde, kendilerinin bir “hiç” hükmünde olduklarının şuuruyla, yüksek bir kulluk edebi gösterirler.
Rivâyete göre Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’ya:
“Firavun’a git; çünkü o iyice azdı...” (Tâhâ, 24) buyurduğu zaman Mûsâ (a.s), âile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse olmadığından:
“–Yâ Rabbi! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“–Ey Mûsâ! Ben’i bulduktan sonra, başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhafız kılarım.
Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Annen seni denize bıraktığı zaman seni kim kurtardı? Bundan sonra seni annene tekrar kim kavuşturdu? Hani sen, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun seni aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhafaza etti?..”
Mûsâ (a.s) bu sözleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda:
“–SEN, SEN, SEN YÂ RABBİ!..” diyordu.1
Bunun için mânevî terbiye yolu olan tasavvufta da ilk merhale, “enâniyeti bertaraf edebilmek”tir. Bütün Hak dostları “ene/ben” demekten kurtulup; “Yâ Rabbi, Sen!” diyen bir gönül kıvamına ulaşmanın eğitiminden geçmişlerdir. Zira mânevî hayatta her şey, Cenâb-ı Hakkʼa karşı bir “hiç” olduğunu idrâk ettikten sonra başlar. Bu şuura ulaşıldığında bütün hayırlar, nîmetler ve muvaffakıyetler, Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilir; aslâ nefse pay çıkarılmaz.
Cenâb-ı Hak, Bedirʼde müslümanlara büyük bir zafer nasîb etti. Az bir güçle büyük bir müşrik ordusu bertaraf edildi. Ardından müslümanlar bu şanlı zaferi kendilerine izâfe etmesin, Cenâb-ı Hakkʼa tevekkül ve teslîmiyetlerini kaybetmesinler diye, îkaz sadedinde şu âyet nâzil oldu:
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müʼminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)…” (el-Enfâl, 17)
Bedir’de müslümanlara verilen bu ulvî terbiye; nefsin, başarılarla şımarmasına ve enâniyete kapı aralamasına izin vermemek içindi.
Mekke Fethiʼnin akabinde de şu ilâhî tâlimat geldi:
“Allâh’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların fevç fevç İslâm’a girdiklerini gördüğünde;
Rabbini hamd ile tesbih et! (Yani bu muvaffakıyetleri sadece Allâhʼa izâfe et ve O’na hamd et.)
(Bu vazifede olabilecek kusurların ve şükürdeki noksanlıkların için de) istiğfâr et! O, tevbeleri çokça kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Huneyn Gazvesi’nde de müslümanlar artık sayıca kalabalık ve zâhiren güçlü olduklarını, dolayısıyla düşmanı kolayca bertaraf edebileceklerini düşünmeye başlamışlardı. Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyeti zedeleyen bu hâl sebebiyle, kısa süreli bir bozguna uğrayıp dağıldılar. Ne zaman ki Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin etrafında kenetlenip yeniden Allâh’a tam bir tevekkül ettiler, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla yine zafer müyesser oldu.2]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Ol Hâlık-ı kevn ü mekân3
Kulların eyler imtihan
Şükr et Hüdâyî her zaman
Eş-şükru Lillâhiʼr-Rahîm4
[İlâhî bir imtihan âleminde yaşıyoruz. Cenâb-ı Hak biz kullarını kimi zaman hayırla kimi zaman şerle, bazen varlıkla bazen yoklukla deniyor, îman ve kulluktaki sadâkatimizi test ediyor. Âyet-i kerîmede de;
“Şüphesiz Biz ona (insana, doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör!” (el-İnsân, 3) buyuruyor.
Yani dünya hayatı; kimin Rabbine hamd, şükür, rızâ, itaat ve teslîmiyet göstereceğinin, kimin de şikâyet, isyan ve nankörlükte bulunacağının tespit edildiği bir imtihan faslıdır.
İslâm, Cenâb-ı Hakkʼın emirlerine cân (a.s) gönülden itaat etmek, ilâhî takdîre de gönül rızâsıyla teslîm olmaktır. Cüzʼî irâdeyi küllî irâdeye seve seve râm edebilmektir. Allah Teâlâʼnın bizim için takdîr ettiğini, kendi arzu ve isteğimizden daha doğru, daha isâbetli ve daha hayırlı görebilmektir. Böyle bir gönül kıvamıyla, her hâlükârda Rabbine hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunmaktır.
İslâmʼın derûnî ciheti diyebileceğimiz tasavvuf da her ahvalde, ilâhî takdirden râzı olma, şikâyeti unutma sanatıdır. Dâimâ yani “Her hâ-lükârda Allâhʼa hamd olsun!” diyebilmektir. Hayatın sıkletlerini rızâ ile karşılayıp Allâhʼın rızâsını kazanmaya çalışmaktır.
Şu kıssa ne kadar ibretlidir:
Adamın biri, bir köle satın almıştı. Köle, takvâ sahibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Efendi:
“–Benim evimde neler yemek istersin?”
Köle:
“–Ne verirsen onu.”
“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”
“–Ne giydirirsen onu.”
“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”
“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”
“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”
“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”
Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:
“–Keşke ben de Rabbime böyle teslîm olabilseydim. O zaman ne kadar mesʼud bir kul olurdum!..”
Bu arada köle dedi ki:
“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, bir kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu hiç?..”
Bunun üzerine efendi:
“–Haydi seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat benim yanımda kalmanı da arzu ederim. Tâ ki canım ve malımla ben sana hizmet edeyim...” dedi.5
İşte Cenâb-ı Hakkʼa tam bir teslîmiyetle râm olan Hak dostları da hayatın acı-tatlı sürprizleri karşısında dâimâ hamd ve rızâ hâlinde yaşamışlardır. Başlarına gelen belâ ve musîbetleri; günahlarının affına, nefislerinin tezkiyesine, kalplerinin tasfiyesine, mânevî derecelerinin terfiine, gönüllerinde müstesnâ ufuklar açılmasına vesîle bilmişlerdir.
Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleriʼnin şu ifadeleri, bu hâlet-i rûhiyenin ne güzel bir tercümânıdır:
“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz. Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım.
Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm.”
Her hususta olduğu gibi bu gönül kıvâmında da zirve numunemiz, hiç şüphesiz ki, nübüvvet gülzârının en müstesnâ goncası, Allâhʼın Habîbi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼdir. Hakîkaten, Efendimiz (s.a.v), hayatı boyunca sayısız çile çemberinden geçti.
“...Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
İslâmʼı tebliğ için nice ezâ ve cefâya katlandı. Tâif’te hakarete uğrayıp taşlandı. Melekler, Rasûlullah (s.a.v)’in yanına vardılar:
“–Yâ Rasûlâllah! Emir buyur, bu kavmi helâk edelim!” dediler.
O rahmet peygamberi, uğradığı bu fecî muâmele karşısında bile bedduâ etmeyip ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:
“…Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar, işte affını diliyorum...” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7)
Bilhassa ilk müslümanların mâruz kaldığı zulüm, işkence, ambargo ve ıztıraplar, bir annenin evlâdına düşkünlüğünden daha çok ümmetine şefkat ve merhamet duyan Efendimiz (s.a.v)ʼin rakik kalbini mahzun etti.
Uhud’da sevgili amcası Hazret-i Hamza ile Hazret-i Mus’ab başta olmak üzere, güzîde sahâbîleri şehîd oldu.
Büyük bir emek vererek yetiştirdiği çok kıymetli Kur’ân muallimleri, Bi’(s.a.v)-i Maûne ve Recî Vak’alarında tuzağa düşürülüp şehîd edildi.
Kendisine sihir yapıldı, yemeğine zehir katıldı, secdede üzerine işkembe atıldı, yollarına dikenler döküldü.
Yedi evlâdından altısının vefâtına şâhid olarak acıların en büyüklerinden olan evlât acısını defalarca yaşadı.
Oğlu İbrahim küçük yaşta vefat ettiğinde Efendimiz (s.a.v) çok mahzun oldu. Mübârek gözlerinden sessiz merhamet damlaları süzüldü. Sonra şöyle buyurdu:
“Göz ağlar, kalp de mahzun olur, ancak biz Rabbimizʼin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz!..” (Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)
Velhâsıl, çektiği çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini, kalbî muvâzenesini bozmadı; Rabbine olan tevekkül ve teslîmiyetini, rızâ ve muhabbetini sarsmadı.
O, bütün bunları büyük bir îman huzuruyla karşıladı. Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman, asık bir yüzle, çatık kaşla ve abus bir çehreyle görmedi. O, Hak Teâlâ ile beraberliğin gönül huzuru içinde, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirdi.
Bir mü’min de; bir yakınının vefâtı, hastalık veya maddî imkânlarıyla ilgili herhangi bir musîbetle karşılaştığında;
“Yâ Rabbi, bu imtihan Sen’dendir, ben Sen’in takdîrinden râzıyım!” hâlet-i rûhiyesi içinde sabır ve tevekküle sarılırsa, sonbaharda yapraklarını döken ağaçlar misâli, birçok günahlarından temizlenir; baharda çiçek ve meyvelerle bezenen ağaçlar misâli, nice sevaplara nâil olur.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a)ʼın torunu Kâsım bin Muhammed (r.a) şöyle anlatır:
“Hanımım vefât etmişti. Muhammed bin Kâ’b el-Kurazî tâziyeye geldi. Bana şu kıssayı anlattı:
Bir zamanlar İsrâiloğulları’ndan âlim ve âbid bir adamın çok sevdiği hanımı vefât etmişti. O âlim, buna çok üzüldü ve evine kapanıp insanlarla alâkasını kesti. İsrâiloğulları’ndan sâliha bir kadın bunu duyunca yanına gitti ve:
«–Sana soracak bir meselem var, fetvâ istiyorum.» dedi. Âlim;
«–Mesele nedir?» deyince, kadın şöyle bir suâl sordu:
«–Ben, komşum olan bir hanımdan ödünç olarak bir bilezik aldım. Onu bir müddet takındım. Şimdi bana haber gönderdiler, onu istiyorlar. Ne dersin, onlara bileziklerini iâde etmem gerekir mi?»
Âlim:
«–Evet, vallâhi vermen lâzım.» dedi.
Kadın:
«–Ama o bilezik bende bir müddet kaldı, (onu çok sevdim).» deyince âlim:
«–Olsun, sen onu emânet olarak aldığın için onların bunu geri istemeye hakları vardır.» cevâbını verdi. Bunun üzerine kadın:
«–Allah sana merhamet eylesin ey âlim! Allah, sana emanet olarak verdiği şeyi geri istediğinde, sen neden üzülüyorsun!? Üzülmeye hakkın var mı? Sana hanımını emâneten vermişti, sonra da geri aldı. Allâh’ın, onu yanında bulundurmaya senden daha çok hakkı vardır.» diyerek onu tesellî etti.
Âlim bu sözlerden ibret aldı, hakîkati gördü ve kendine geldi…” (Muvatta, Cenâiz, 43)
Bu hâdiseden de anlaşılacağı üzere, bu fânî imtihan âleminde sahip olduğumuzu zannettiğimiz ana-baba, evlât, mal-mülk, hattâ kendi canımız bile, vakti geldiğinde gerçek sahibinin geri alacağı birer emanettir. O hâlde hakîkatte sahibi olmadığımız bir varlık bizden geri alındığında, kendimizi helâk edercesine üzülmenin ve âdeta hayata küsmenin hiçbir faydası da lüzumu da yoktur. Zira onları bize gönderen kudret geri çağırmıştır. Veren de Oʼdur, alan da; Oʼndan geldik, yine Oʼna döneceğiz.
Şâir Fuzûlîʼnin dediği gibi:
Cânı cânân dilemiş, vermemek olmaz ey dil,6
Ne nizâ7 eyleyelim, ol ne senindir ne benim!
Öyleyse bir musîbetle karşılaştığımızda dövünüp yakınmak yerine, Cenâb-ı Hakkʼa sığınıp Oʼna hamd, şükür ve rızâ kıvamında bir gönülle ilticâ etmekten başka çare yoktur. Hâşâ; “Bu iptilâlar bula bula beni mi buldu? Benim ne günahım vardı ki bunlar bana revâ görüldü?..” gibi, ilâhî takdîre isyan mâhiyetinde tavırlar sergilemek, -Allah korusun- çekilen sıkıntıya ilâveten bir de kulu bu isyânın mânevî zararına dûçâr eder.
Şunu da düşünmek îcâb eder ki, küllî irâdeye teslim olmamak, zâten hiçbir şeyi değiştirmez, gideni geri getirmez. Fakat Cenâb-ı Hak, kulunun kalbini her hâlükârda rızâ makâmında gördükçe, o kulundan daha çok râzı olur ve;
“Ey itmiʼnâna ermiş (huzura kavuşmuş) insan! Sen Oʼndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin) kullarım arasına katıl ve Cennetʼime gir!” (el-Fecr, 27-30) buyurur.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
İstikâmet ehli hıfz-ı Hakʼtadır, ermez ziyan;
Anın içün servi incitmez beyim bâd-ı hazan…
[Yani, “Emrolunduğu gibi dosdoğru olan istikâmet ehli müʼminler, Cenâb-ı Hakkʼın husûsî muhafazası altında olduklarından, onlara (uhrevî mânâda) hiçbir ziyan erişmez. Tıpkı elif misâli dosdoğru olan servi ağaçlarının, hazan rüzgârlarından herhangi bir zarar-ziyan görmeyişi gibi…”
Kıymetli bir cevher, nasıl ki yere düşmekle değerini yitirmezse, kâmil müʼminler de ne hâlde olurlarsa olsunlar, dâimâ kulluk istikâmetlerini muhafaza ederler. Hayatın med-cezirlerinde yanlış yönlere savrulmazlar.
Ham nefisler ise, -hayırla veya şerle- denendiklerinde, yanlışa meyletmekten kendilerini koruyacak dirâyeti gösteremezler. Dünyevî veya nefsânî menfaatleri ağır bastığında, hak ve hakîkate kolayca sırt dönerler. Bu tutarsızlık ve tâvizkârlık, en çok insanın nîmet ve külfetle imtihan edildiğinde ortaya çıkar. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“İnsana nîmet verdiğimiz zaman (Bizʼden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar-ziyan dokunacak olsa iyice umutsuzluğa kapılır. De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (el-İsrâ, 83-84)
“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise «Rabbim beni önemsemedi (beni aşağıladı)» der.” (el-Fecr, 15-16)
Dolayısıyla istikâmet ehli bir mü’min;
–Yoklukta bunalmayacak, varlıkta şımarmayacak.
–Hayrın da şerrin de ilâhî imtihanlar olduğunu bilip kulluk edebini ne pahasına olursa olsun muhafaza edecek.
–Esen rüzgâra göre istikâmetini değiştirmeyecek.
–Gönlünde Rabbine karşı hamd, şükür, rızâ ve muhabbet duygularını her dâim sâbit tutacak.
Ârif zâtlardan birine;
“–Sabr-ı cemîl nedir?” diye sormuşlar. O zât da;
“–Zorluklarla imtihan olunurken kalbinin «Elhamdülillâh» demeye devam etmesidir.” karşılığını vermiş.
Râbiatüʼl-Adeviyye Hazretleri’ne de;
“–Allah, kulundan ne zaman râzı olur?” diye sorulmuş. O da şu cevâbı vermiş:
“–Mihnet ve zahmet çekerken, başkasının nîmet içinde olduğu gibi şükrettiğinde...”
Velhâsıl hiçbir dünyevî kazanç veya ziyan, Hak dostu ârif müʼminlerin istikâmetini zedeleyemez, irâdesini eritemez, Cenâb-ı Hakkʼa olan tevekkül ve teslîmiyetini, muhabbet ve rızâ duygusunu sarsamaz. Zira Yahya bin Muaz (r.a)ʼin buyurduğu gibi:
“Gerçek muhabbetin nişânı odur ki iyilikle artmaz, cefâ ile eksilmez!”8
Sâmi Efendi Hazretleri de hayatın med-cezirleri karşısında sarsılmayan istikâmet ehli müʼminlerin kalbî kıvâmını, şu teşbihle îzah buyurmuştur:
“İstikâmet sahibi bir müʼmin, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:
1) Sıcaktan erimez,
2) Soğuktan donmaz,
3) Rüzgârdan devrilmez,
4) Sel alıp götürmez.”9]
Cenâb-ı Hak, sevip râzı olduğu kullarının güzel hâllerinden gönüllerimize hisseler ihsân eylesin. Duygu, düşünce ve davranışlarımızı dâimâ rızâsıyla teʼlif buyursun. Cümlemizi râzı olduğu hâl ve amellere muvaffak kılsın.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337. 2) Bkz. et-Tevbe, 25-26. 3) Kevn ü mekân: Varlık, kâinat. 4) Eş-Şükru Lillâhiʼr-Rahîm: Şükür; Rahîm olan Allâhʼadır. 5) Abdülkâdir-i Geylânî, el-Fethu’(s.a.v)-Rabbânî, İstanbul 1987, s. 421. 6) Dil: Gönül. 7) Nizâ: Çekişme, cidâl. 8) Attar, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 126, Erkam Yayınları, İstanbul 1984. 9) M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 145.
Comments