Sen, şu üç günlük dünyada bir misafirsin. Doğumunla tarih sayfasına bir not düşüldü; doğum tarihin. Şimdi ise sana meçhul bir başka tarihe, ecel vakti saatine doğru yol almaktasın. Bu yolculuk da elbet bitecek!
Ey Yolcu! Kibre kapılıp da yolu biliyorum, sağ selamet varırım menzile deme. Yola kılavuzsuz çıkan, sürüden ayrılan koyuna benzer ve kurt sürüsünün bir öğünlük rızkı oluverir sadece.
Sen ki, tasavvuf yolunda yürümeyi iradenle tercih ettin. O zaman her yolcu gibi de olamazsın artık. Şimdi hayatının her safhasında mümkün oldukça takva elbisesini de giyinmek gerekir.
Helal ve haram hususlara azami dikkatin yanı sıra, sünnet-i seniyyeye de hassasiyetle uyman icap eder. Bitti mi? Hayır. Şüpheli şeylerden de kaçınabilmeyi hayatına bir prensip olarak yerleştirebilmelisin.
Unutma ki, boğazından geçen her bir lokma kalbine tesir eder. Kalp, adı üzerinde sürekli renk değiştirir, halden hale döner. Haram yahut şüpheli gıdanın vücuda girmesiyle, âdeta kalbin manevi pencereleri kapanır. Feyz-ü muhabbet hasıl olmaz. Bir diğer tabirle bir yangında mahsur kalıp da dumandan nefes alamayan insana benzersin bu durumda.
İbadetlerini yaptığını, sana vazife olarak verilen evrâdını eda ettiğini söyleyebilirsin. Ama içinde hep bir sıkıntının varolduğunu, yaptıklarından tat alamadığını, onca ibadete onca virde rağmen manevi hâlinin gelişmediğini, evinde bereketin yahut hanımınla veya çocuklarınla huzurunun olmadığını nefis muhasebesi yaparken kendine itiraf edebiliyorsan, şimdi dön boğazından geçenlerin de muhasebesini yap bir kerecik de olsa!
Boğazına hakim olamayıp da, “daha ucuz” ya da “beleş” deyip de “haram mı yahut şüpheli mi” diye sorgulamaksızın, kalp âlemine âdeta onu ifsad edecek orduların girişine izin verirsen ne mi olur? İşgal edilen bir kalp ile huzur ve muhabbeti yakalayamazsın. İbadetler de evrâd da sadece sana yorgunluk bırakır. Ne ibadetinin ne de virdlerinin zevkine erebilirsin.
Aman ha! Sen yolcusun, yola azıksız çıkılmaz. Ama “Müstakim Kılavuz”un sana ne alman gerektiğini söylediyse onu al, neyi de almamanı ikaz ettiyse onu da almaktan şiddetle sakın.
Buyur, boğazımızdan geçenin madde ve mânâ planında ne ifade ettiğini gösteren güzel bir kıssa ile ibret almaya:
Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi İmâmü’l-Haremeyn Cüveynî’nin (vefat yılı 478/1085) babası, küçüklüğünden itibaren Cüveyni'ye özel bir ilgi göstermiş ve onu en iyi şekilde yetiştirmeye gayret etmiştir. Bu ilgi ve hassasiyetine dair şöyle bir kıssa nakledilir:
Cüveyni'nin babası, başlangıçta ücret karşılığında kitap istinsah etmektedir. O el emeği, yüz akıyla kazandığı bu paradan saliha bir cariye satın alır ve onu helal nzıkla geçindirir. Bu cariyesinden doğan Cüveyni'yi de şüpheli yiyeceklerden uzak tutmaya çalışır ve hiç kimsenin onu emzirmemesini cariyesine tenbihler. Cüveyni'nin annesinin yemek pişirmekle meşgul olduğu yahut bir hastalığı esnasında bir anda komşularının bebeklerini emziren bir cariye, ağlamakta olan Cüveyni'yi bir iki defa emzirir. Bu esnada içeri giren Cüveyni'nin babası, kendilerinin olmayan cariyenin, sahibinden izinsiz olarak Cüveyni'yi emzirmesinden rahatsız olur. Bunun üzerine Cüveyni'yi ters yüz eder ve emdiği sütün tamamının dışarı atılmasını sağlar. Babası, Cüveyni'nin içtiği sütün tamamını kusuncaya kadar karnını sıvazlar, parmaklarını ağzına koyar ve şöyle der:
“Annesi dışındaki birinin sütünü içip tabiatının bozulmasından, ölmesi bana daha sevimlidir. Münazara meclislerinde (belagat ve fesahatinden ötürü) hiç takılmayan/duraksamayan Cüveynî, bir defasında takılır. “Ey İmam! Sende daha önce hiç görülmemiş bu halin sebebi nedir?” diye sorduklarında şu cevabı verir: “Bu takılma/duraksama, o emdiğim sütün kalıntısının eseridir.” İşin hakikati sorulduğunda da yukarıdaki olayı anlatır.
Yorumlar