Sen ki yolcusun… Yol ise meşakkatli… Ama öyle güzel bir yolun yolcususun ki, o yolu Rabbin “Sırât-ı Müstakîm/dosdoğru yol” olarak vasfetmiş. O yol nasıl katedilir, Kalplerin Tabibi (aleyhisselâm) göstermiş. Sen ise şimdi onun izinden gidiyor, gitmeye gayret gösteriyorsun. Bu ne muhteşem, ne muazzam bir irade! Nasıl güzel olmasın ki!
Sen ne güzel bir yolcusun… Bilsen ki Rabbinin seni İlahi Kelâmı’nda kıyamete kadar geleceklere nasıl tanıttığını, dünyalar senin olmaz mıydı!?
“Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarfedenlere gelince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz.” (Ankebût 29/69).
Okudun mu âyeti! Rabbin senden bahsetmiyor mu?
Görüyorsun değil mi!… Meşakkat ve cefan, O’nun sana hidayet lutfetmesi için bir hediye, bir ihsan imiş meğer.
“Aşk nasip işidir, hesap işi değil! Aşk adayıştır, arayış değil! Sen adanmışsan ve yanmışsan bu uğurda, aşk seni bulmaya gelir.” derken Mevlânâ Hazretleri, sen kendini “adanmış” olarak görmüyor musun?
Sen ki, bu yolda senden önce gelip geçen Kutlu Kervan’ın bilmem ki kaçıncı iz sürücüsüsün. Sakın kaybetme önünden gidenlerin izini.
Rahmân ve Rahîm olan Hak Teâlâ seninle aynı menzile varmayı murad eden kardeşlerini, sana yol arkadaşı olarak lutfetmiş. Sen onları salih bil, sadık bil, aşık bil ki, onlar da seni öylece bilsinler. Ve böylelikle salihlerle, sadıklarla hemhâl olarak aşk Burak’ına binesin!
Sen sadece gayret göstereceksin. Bunu yapabilirsin değil mi? Yaparsan, Rabbin de seni kendi rızasıyla, cemâliyle, velhâsılı muhabbet ve aşkıyla taltif edecek.
Cefa ve meşakkatten söz edince, Allah Rasûlü’nün Tâif’e İslâm’ı davet için gittiği o gün geldi aklıma.
Ben de Elhamdülillah Müslümanım, Allah Rasûlü’nün yanında Tâif’e yolculuk yapan sahabî de dedim. Ve bir an için kendimi o sahabînin yerine koydum, empati yaptım. Daha doğrusu hepimizin yapması niyetiyle söylüyorum bunu.
Gözlerimi kapattım. Zaman ve mekânlardan geçtim, Allah Rasûlüyle beraberim artık. Tâif’e vardığımızda maalesef bizi düşmanca karşıladılar. Misafir bile olamadık kısa süreliğine olsa da. Nihayetinde davete sırt çevirdiler. Böyle bir geri dönüş Allah’ın Habibini hüzünlendirdi. Dayanabilir mi bu yürek! Onun hüznüne bin can feda.. Ben de hüzünlendim. Sağlı sollu geçtiğimiz yolun kenarlarına dizilen Tâifliler, hem yolumuza dikenler atmışlardı hem de bir yandan bütün düşamanlık ve kinleriyle taşlıyorlardı bizi. Ben ki, anam babam sana feda olsun Yâ Rasûlallah! diyerek,ona atılan her taşa kendimi siper etmeye çalışıyordum. Ne çok isterdim o an bin vücudum olaydı keşke. Her atılan taşa tek tek birini feda edeydim. Sevdiğimin mübarek ayakları, bastığı dikenler sebebiyle kanıyordu. Ne kadar ona siper olmaya çalışsam da yine de buna tam manasıyla muvaffak olamıyordum. Yüreğimi asıl parçalayan da buydu.
O gün ne gözlerim, ne burnum, ne dudaklarım, evet hiçbiri umurumda bile olmamıştı. Yüzüm kan revan içindeydi. İnsan, güzel olduğunu bir aynada yüzüne bakarken söylemez miydi!?
Anladım ki, yüzümün aldığı onca darbeye rağmen, “ben güzeldim”. Çünkü ona bir şey olacak endişesiyle sağa sola koşturup çırpınırken güzelliği gönlümde hissettim. Hakikatte aşk da bu değil miydi? Gönül aynamda sadece onu (aleyhisselâm) gördüm. Tarifi imkânsız muhteşem güzellikteydi.
Gözümü açtım. Hüzün çökmüştü yüreğime. Akan göz yaşlarım belki de teselli vermekteydi o an. Sonrasında sordum kendime; hakikaten o gün Tâif’te olsaydın vücudunu siper edebilir miydin atılan taşlara? Yüzünü parçalayan taşlara aldırmaz mıydın? Aman Yâ Rabbi! Meğer ne kolaymış benim elhamdülillah Müslümanım demem. O sahabî gibi olmak için nasıl bir iman gerektiğini daha iyi anladım. Evet… Ne muazzam bir imanmış sahabe-i güzîninki. Şimdi lüks dairelerde, eli klavye tuşlarında, kahvesi elinde, sigarası dudaklarında “elhamdülillah Müslüman”ım deyip de sahabeye hakaret edenlerin, onları küçük görenlerin, o gün Tâif’te yol kenarlarında Allah Rasûlü’nü taşlayanların arasında olabilmeleri ihtimalini düşündüm. Zira bu halleriyle onu savunmaktan ziyade ona saldırıyor, onu incitiyor gibiydiler. Ki bu, “Müslümanım” diyen bir kimse için ne büyük bir zillet! Allah muhafaza etsin!
Sen, tüm zorluklara rağmen onun yoluna baş koy, yolda ol. Kimileri, Müstakim Kılavuz’u tanımayarak, onu inciterek yoldan çıkmış olabilirlerse de, imanî ferasetten fersah fersah uzak olduklarından bunu idrak edemeyeceklerdir. Onlar kılavuzsuz, yılan misali kıvrımlı patika yollarında menzile varmayı düşlesinler. Heyhat! Ya heba olacaklar ya telef.
Sen Ey Güzeller Güzeli’nin peşi sıra giden Yolcu!... Sen malını da canını da onun (aleyhisselâm) için feda etmekten bir an olsun şüphe etme ki, senin de gönül aynanda onun güzel cemâli belirsin. Şimdi söyle, değmez mi zahmete!
Unutma!... Senin güzelliğin senden değil, Güzeller Güzeli’nin seni sevmesindendir. Bu da sana Rabbinin ne büyük bir lütfu ve ihsanıdır. Keremine bin şükür…
Sen ki yolcusun… Yol ise meşakkatli… Ama olsun. Kılavuz’un Dünyalar Güzeli…
Madem ki aynı yolun yolcusuyuz, bundan sonra fazlasıyla hürmet ve duayı hakeden bizden önce bu Kutlu Kervan ile yol almış öncülerin hatıralarını yâd edelim. Olur ki, alacağımız ibret ve hisseler bulunur o hatıralarda. Adına ister kıssa, ister menkıbe veya nükte diyelim farketmez. Biz, alacağımız ibret ve çıkaracağımız hisseye yönelelim.
Ama bugün artık geç oldu. Şimdi gecenin sessizliğinde huzura varıp dua ve niyaza durma vakti. Sabah ola, hayrola…
Comments